Baskın Oran

Ülkemizde hakaret ve iftira hakkı

Kendinizi en kötü hissettiğiniz durum işte budur: Hakkınızı aramak için son çare olarak başvurduğunuz yargının (siyasallaşması bile değil,) ideolojikleşmesi. II. Friedrich döneminde (1712-1786) halkın “Berlin’de Yargıçlar Var!” diye duyduğu güveni 2009 Türkiyesi’nde artık duyamıyor oluşunuz.

Çünkü Türk yargısında bazı yargıçlar ulusalcı ideolojilerini resmî kararlara yansıtmakta. Hemen canlı örnekler verelim. “Bu Paralar Ne İçin Alındı” başlıklı yazısında Can Ataklı adlı “gazeteci”nin kimi aydınlara nasıl utanmadan iftira attığını ayrıntısıyla yazmıştım (Radikal İki, 25.01.09). Gerisini anlatayım.

Bu insanlar ilk iş olarak, Basın Kanunu’nun 14. maddesi uyarınca durumu açık açık anlatan birer tekzip yolladılar “gazeteci”ye. Hiçbirini basmadı. Bunun üzerine yasaya göre mahkeme kanalıyla yollamak gerekti. Olayımız burada başlıyor:

Özür Kampanyası’na katıldıysa, sesini kesmelidir

Tekzip talebini Sulh Ceza yargıcı reddetti. Gerekçesini, noktalama ve imlasına dokunmadan aynen veriyorum, sonra tercüme edeceğim:

“Ermenilerden özür dileme kampanyası başlatanların arasında yer alan, tekzip talebinde bulunanların; kimilerine göre; Türk Milletinin geçmişini ve tarihini ağır bir sorumluluk altına sokacak ve yine Türk Milleti ile Türk Devletini uluslarararası sahada belkide hukuken sorumlu tutmaya ve sanki bir suç işlemiş olup, bundan pişmanlık duyup ikrar eden konumuna düşürecek bu masum gibi gözüken kampanya; fikir ve düşünce özgürlüğü kapsamında ve ahlaken de erdemli bir davranışmış gibi sunulsa ve böyle olduğu kabul edilse bile; aynı görüşü paylaşmayanların; tarihsel ve düşünsel açıdan direnç göstermelerinin de fikir ve inanç özgürlüğü kapsamında kaldığı kuşkusuzdur.

Şöyle bitiriyor: “Bu nedenle, yazar tarafından kaleme alınan sözü geçen yazının tamamen; fikir ve düşünce özgürlüğü ile bunun doğal bir yansıtma biçimi olan basın özgürlüğü sınırları çerçevesinde kaldığı; AB fonlarından para alınmasının belli usullere göre yapılması durumunda zaten suç olarak değerlendirmediği hususu tekzip talebinde bulunanların düzeltme metnine aldıkları yazılarından da anlaşılmıştır”

Tercümesi. 29.01.09 tarihli ret kararında sayın yargıç:

1) Tekzibin gerekli olup olmadığını tartışmıyor. Özür Kampanyası’nı tartışıyor! Oysa bütün yapacağı şey tekzip hakkında rutin bir karar almak. Ermeni meselesi nereden çıkıyor? Yargıç daha ilk anda kendini tamamen konu ve bağlam dışına, ideoloji batağına sürüklüyor.

2) Sonra, sanki kendi üstüne vazifeymiş gibi, ideolojik nutka başlıyor. Özür Kampanyası’nı masum bulmadığını, ahlaken erdemsiz bulduğunu söylüyor. O Kampanya ki, daha 3 (üç) gün önce (26.01.09) Ankara C. Savcılığı’ndan “Demokratik toplumlarda karşıt fikirler de koruma altındadır” gerekçesiyle takipsizlik almış!

3) “Gazeteci”nin iftirasını “tarihsel ve düşünsel açıdan direnç gösterme” olarak yorumluyor ve dolayısıyla “fikir ve inanç özgürlüğü” kapsamı içinde buluyor. “Tarihsel açıdan” deyişi özellikle öğretici. Yargıç hukukçuluk değil tarihçilik yapıyor!

İşte bu noktada sayın yargıç, açıkça, bir “İftira Hakkı” kavramı icat etmiştir. Korkunç tehlikeli. Böyle bir kavram varken, adalet artık “mülkün temeli” falan değil, ancak “İnsan’ın düşmanı” olabilir.

4) Sanki şikayetçilerin iddiası buymuş gibi, “gazeteci”nin AB fonlarından para almak biçiminde bir suç atmadığını söylüyor. Hayret bir şey doğrusu; şikayetçilerin “Haklı tekzibimiz basılmadı; mahkeme kanalıyla yollayın da basılsın”dan başka bir talebi yok ki! Oysa yargıç “AB’den para almak madem suç değil, o zaman tekzip talebini reddediyorum” düşüncesinde. Duyulmuş şey değil. Hukuk literatürüne girer, yarın fakültelerde okutulur, ibret-i âlem olur.

5) “Gazeteci”den bile daha celâlleniyor: Dokuz şikayetçiden “kampanyayı başlatanlar” diye bahsediyor. Bunlardan sadece A. İnsel başlatıcılar arasındayken acaba böyle bir “bilgi”ye nereden ulaşmış? Demek ki çocuğundan Kampanya veb sayfasına girmesini istemiş, oradaki ilk sayfayı görmüş. Bu kadar iş yükü arasında bir rutin tekzip kararı için kimin, hangi kampanyayı, hangi sırada imzaladığını bilmesi iktiza ediyordu demek ki.

Nasıl yapabiliyorlar?

Şikayetçilerin avukatı karara itiraz ediyor. Yargıç yine reddediyor. Onunla da kalmıyor, ret kararında bilinçaltı bir şeyler söylüyor; dikkatli okuyunuz:

“…30 yıla yaklaşan meslek hayatı boyunca sübjektif bilgilerini objektif bilgilerle bağdaştırmaya son derece önem veren bir hakim olmamıza rağmen…” diyor. Ne demek bu? Ve ret kararında direnerek Asliye Ceza’ya yolluyor. Orası da meslektaşına katılıyor:

“…Basın Hürriyeti kapsamında, toplumu bilgilendirme ve kamuoyu oluşturmaya yönelik, eleştiri mahiyetinde bir yazı olduğu, fikir ve düşünce özgürlüğü çerçevesinde haber değeri bulunduğundan… itirazın reddine.”

Bu kadar rutin bir konuda bu yargıçlar nasıl bu kadar açıkça ideolojik davranabiliyorlar? Çok basit. Bakın nasıl:

Azınlık Raporu olayı patlamış, Süleyman Sarıbaş diye biri TBMM kürsüsüne fırlıyor, gündem dışı söz alıyor. Kaboğlu ile bendenize şöyle küfrediyor:

“Değerli milletvekilleri, bu kepazelik raporunu hazırlayan entel devşirme takımı … kamuoyuna zehirli salyalarını akıtmayı başardılar. Kimin adına çalışıyorlarsa görevi eksiksiz ifa ettiler… Millet bunları tükürüğüyle boğar… Barzani’nin danışmanlığını da yapan Filistin kamp kaçkını eski sosyalist şimdilerde liboş ve bu şekilde AB’ye girsek finoş olacak zatlar, Türklüğü içine sindiremeyen Türk düşmanı hainler…”

Burada da duramıyor, şöyle bitirmeye cüret ediyor:

“Azınlık arayanlar analarına babalarının kim olduğunu bir kez daha sorsunlar. Bilge Kağan’ın ve Atatürk’ün özdeyişleriyle sözlerimi tamamlıyorum, Ey Türk Titre ve Kendine Dön. Ne Mutlu Türküm Diyene”.

TBMM kürsüsünden bize piç, ölmüş babalarımıza deyyus, ölmüş analarımıza fahişe demek terbiyesizliğini gösteren bu adamı Yargıtay beraat ettirdi efendim. Hem de şu gerekçeyle:

“Liboşlar, finoşlar nitelemesinin raporu hazırlayanlara yönelik olmadığı belirgindir. Raporu hazırlayanları hedef alan sözlerin ise eleştiri sınırları içinde kaldığının kabulü gerekir. Raporda yer alan görüş ve açıklamaların herkes tarafından kabul görmesi beklenemez. Davacıların kendi görüş ve değerlendirmelerini bu raporla açıklamaları ne kadar hakları ise, bunlara katılmayanların da kendi görüş ve değerlendirmelerini açıklamaları ve eleştirmeleri o kadar haklarıdır.” Yani, anaya babaya küfretmek Yargıtayımıza göre bir hak!

Bidayet mahkemeleri açısından bir “İmam-ı Âzam” pozisyonunda olan Yargıtay böyle yaparsa, mahkemeler ne yapar, tahmini zor değil.

Kendi ölmüş ana-babalarına küfredilseydi?

Zor değil de, benim tek bir şeyi anlamam zor: Acaba, Yargıtay’dakiler başta olmak üzere, bu sayın yargıçlarımız eğer (örneğin) “Hukukçular Derneği” diye bir derneğin AB’den aldığı bir araştırma fonunu, bir “gazeteci” kalkıp da, kendilerinin açık açık isimlerini vererek “Şu şu kişiler ceplerine atmışlardır” diye ilan etseydi acaba ne yaparlardı.

Dahası, adamın biri milletin kürsüsüne çıkıp da ölmüş pederlerine, ölmüş mâderlerine aynen Süleyman Sarıbaş gibi dümdüz gitseydi, acaba ne yaparlardı.

“İfade özgürlüğüne girer, eleştiri sınırları içindedir” mi derlerdi?

Önceki Yazı
Sonraki Yazı