Baskın Oran

Türkiye’yi kurtarabilecek adam

Türkiye'yi kurtarabilecek adam
Türkiye'yi kurtarabilecek adam

Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, hapse girmeden önce.

İçeride yattığına bakmayın. Dün gece rüyama geldi, bütün gece konuştuk. “Kurtarıcı”lığı şuradan: Türkiye’yi içine battığı Kürt sorunundan ancak Abdullah Demirbaş’ın yaklaşımı kurtarır. Bu devlet, biraz aklını başına alsa, ona en büyük madalyayı verir. Çünkü o milliyetçilik yapmıyor. Milliyetçiliğin milliyetçiliği azdırdığı bir ortamda insancıllık yapıyor. Birçok Kürt’ün aksine (ve tabii, Türk’ün aksine; söylemeye bile lüzum yok) milliyetçi değil, sadece yurtsever.

Milliyetçi ile yurtsever farkı

Nedir aradaki fark? Yurtsever, doğduğu toprağı ve özelliklerini sever. O kadar. Onu mukayese etmez. Dolayısıyla, kendi dışındakileri küçültmez. Milliyetçi ise, sadece kendi milletini yüceltir, yani başkalarınınkini küçültür. Abdullah böyle yapmadı. Kürtlere, sadece Kürtleri düşünmemeyi gösterdi. Başkanı olduğu Sur Belediyesinde yaşayanların yüzde 72’sinin anadili Kürtçe, yüzde 24’ününki Türkçe, yüzde 3’ününki Süryanice ve Ermenice, yüzde 1’ininki Arapça çıktı. Abdullah broşürleri Türkçe, Kürtçe, Süryanice, Ermenice, İngilizce, Rusça bastı. Kendisinin anadili olan Kürtçe, bu beş dilden sadece biri.

Sonra? Resmi yazışmalar sadece Türkçe yapıldığı halde, İçişleri Bakanlığının başvurduğu Danıştay “Kürtçe belediye hizmeti vermiştir” diye onu 2007’de başkanlıktan düşürdü. Tekrar seçildi, “Örgüt üyeliği”nden tutukladılar. Bir yıla yakındır iddianame yazılmadı. Mayıs 2009’da da “Sayın Öcalan” demekten 2,5 yıl verdiler. Diğer yandan, şunu dedi bana dün gece, dinleyin: “Geçen gün, bir konuşmam nedeniyle bir iddianame hazırlanmış. Suçum, ‘Örgüt üyesi olmamakla birlikte, örgüt propagandası yapmak’. Ben örgüt üyesi olmaktan tutukluyum, ama başka bir dosyada ‘örgüt üyesi değildir’ diyor devlet. Hangisi doğru?” TCK 220/6’dan bahsediyor! (G. Tahincioğlu, “Bu madde taş atmayanı da yakar”, Milliyet, 29.03.10)

Gazetelerde çıkan o kelepçeli fotoyu da anlattı: “Bizi Emniyet’ten hastaneye götürürlerken, soyadımı duyan yanımdaki polis ‘Abdullah Demirtaş’ı tanıyor musunuz?’ diye sordu. Benim deyince, öğrencim olduğunu söyledi. Baktım, tanıdım. Mahkeme önüne kadar kelepçeli değildik ve bizi indirirken kelepçelenmemiz istendi. Bana öğrencim kelepçe takmak zorunda kaldı. Çok hüzünlendim ama o da çok mahcup oldu”.

Abdullah’ı ne üzmüştü? “Sevgili hocam, bizlerin tutuklanması sırasında veya sonrasında bazı ‘stratejist’ler, kanal kanal gezerek, bizlerin yakalanmasının açılımı geliştireceğini ifade etti. Acaba hangi demokratikleşme projesine engel olmuştuk?”

Gidin, dağa çıkın diyorlar

Senin suçun, Abdullah kardeşim, Türk etnik unsurunun Kürt milliyetçiliğine memeden süt veren 85 yıllık tekeline çoğulculuk kullanarak engel olmak. Gece söylediklerin hâlâ kulağımda: “‘Çok Dilli Belediyecilik ve Yerel Yönetimler’ çalışmamla Türkiye’deki demokratikleşmeye katkı sunduğumu düşünmüştüm. Çünkü beni görevden alanlar çok dilli televizyon, sağlık, diyanet hizmeti yapmaya başladı. Batman Emniyeti ve Diyarbakır Valiliği Kürtçe hizmet verecek eleman arıyor. Ve bunları demokratikleşme diye AB ’ye ve dünyaya anlatıyor. Benim projem uygulanıyor”.

Bu tutuklamanın, kuşkusuz, topluma vermek istediği mesajlar vardı: “Yüzde 66’yla seçilmiş bizlere, siyaset yolu size yasak, gidin başka yöntemlere başvurun, deniyor. Kürtlere dağın yolu gösteriliyor. Oysa bizler dağdan demokratik siyasete dahil olunmasını istiyoruz. Bizler, adresleri belli, ifadeye her çağrıldığında gelebilecek kişileriz, ama tutukluyorlar”. Oysa, aynı günlerde, Korgeneral Yurdaer Olcan, ifadesi alındıktan sonra aynı gerekçeyle (“Adresi bellidir, kaçma şüphesi yoktur”) serbest bırakılacaktı (Radikal, 26.03.10). Hemen ardından da, Tümgeneral Abdullah Dalay (Radikal, 29.03.10).

Abdullah kardeşime koyan en korkunç şeye gelelim şimdi: “Bütün bu yargılanmam ve görevden alınmam oğlumu etkiledi. Siyasetin artık çare olmadığına inandı. Ve oğlum 16 yaşında bizi bıraktı. Oysa biz ısrarla, sorunun çözüm yönteminin demokratik siyasette olduğuna inandık ve halen inanmaya çalışıyoruz. Bizlerin ve siyaset yolunun tıkanması gençleri siyaset dışı yollara itiyor”. İşittiniz mi babanın çığlığını? Tercüme lazımsa: Lisede okuyan oğlu dağa çıkmış. Meclis’e inemeyen dağa çıkar. Ama bir Abdullah bunu yaşamalı mıydı?

Kardeşi ve oğlu

Aslında, Abdullah’ın dramı daha bile karmaşık: “Eşimin kardeşi asker. Bir yanda oğlu, diğer yanda kardeşi. Acaba hangi gün karşı karşıya gelecekler kaygısıyla yaşıyor”. Kürtlerden başka kimin böyle dramı var? Bazı anaların bir oğlu askerde, bir oğlu dağda. Karşı karşıya gelmezler mi tesadüfen, aysız bir gecede? Aslında çözümü var di mi efendim; dağa çıkan oğlunun çıkmasını engelleseydi, anası!

Bu hüzün anından sonra daldı yine çokkültürlülük projelerine: “Sevgili hocam, tutuklanmadan önce iki önemli (kendimce) şey yapmıştım. Birincisi, ‘Her gece bir masal ve her ev bir okul’ projesiydi. Sere şeve çirokek her mal dibistanek. 365 tane dünya masalı derlemesi. Amaç, her ailede kentlilik bilincini ve aile içi iletişimi artırmaktı. Çünkü her akşam en az 1 saat masal okumak için bir araya gelecekler. İkincisi ise, hocam, üç güzide insanın ismini doğdukları sokağa verdik: Ahmed Arif, Mıgırdıç Margosyan, Naum Faik Palak. Hem çok kültürlülüğe, hem tarihsel ortak mirasa sahip çıktık. Ayrıca, buraları terk zorunda bırakılan Ermeni ve Süryani halklarına, özeleştirimizin yanı sıra, dönme çağrısı yaptık. Çoğunluk mensubu olarak, kendi dışımdaki kültürlere sahip çıkma görevim vardı benim. Bu suçu işledim hocam!”

Kaptırdı kendini, gözleri parlıyor: “Diyarbakır’da Kültürler Sokağı projemizde, aynı sokak üstünde bir cami, bir Keldani kilisesi, bir Ermeni kilisesi, bir sinagog, bir Alevi kültür evi, bir Yezidi kültür evi oluşturma ve mevcutları restore etme düşüncemiz vardı. Bunun bir adımı daha gerçekleşiyor. Keldani kilisesinde restorasyon devam ediyor, Ermeni kilisesinin restorasyonu başladı. Geçenlerde duydum, Kültür Bakanı Sayın Günay ziyarete gitmiş.” Abdullah kardeşim mahpustayken.

Gün ağarıyor. Abdullah kalktı. Kendisinde tromboz var, sağlığını sordum. “Daha önce pıhtı akciğerime attı. Tabii, genetik olduğundan tekrar atma ihtimali var her zaman. Pıhtılaşmaması için Coumadin kullanıyorum, o da tehlikeli. Kan aşırı sulanırsa damarları patlatabiliyor; burada zaman zaman oldu. İki defa sağlık nedeniyle tutukluluğa itiraz ettik ama reddedildi. Olsun. Ailenin ve arkadaşların moral verişi ayakta tutuyor bizi”.

Sarıldık. “Umarım her şey düzelir ve daha güzel günlerde de buluşuruz” diyerek kayboldu Abdullah kardeşim. Uyku kalmadı bende. Kalkıp bunları not ettim. Bu sabah da, Özel Kalem’i aradım, “Abdullah Başkan hastaneye kaldırıldı efendim” dediler. Yine de, “D Tipi Cezaevi, C-5, Diyarbakır” diye mektup atarsanız ulaşır. Ama, tekrar ediyorum, ona asıl ulaşması gereken bu ülkenin en büyük madalyası ne ise, odur.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı