Baskın Oran

TC Dışişleri de fethedildi

Davutoğlu’nun durumu nazik. Çünkü, uzun süre büyük başarıyla yönettiği ve imkanlarını muazzam artırdığı TC Dışişleri Bakanlığı’nı yıkmaya alet olan bakan sıfatıyla geçebilir tarihe.

Seksen yıldır statükoculuk üzerine kurulu Türk dış politikası aktif olması gereken yerde de olmadı. Özellikle Orta Doğu (OD) komşularıyla arası kötüydü. Batıcıydı ve Batı’yı dengeleyecek alternatif aramaya yeterince uğraşmıyordu. Türkiye’nin uluslararası saygınlığı sınırlıydı. Ve saire.

Davutoğlu dönemi

Davutoğlu geldi. Ortam da çok uygundu: Dünya çokmerkezli hale gelmişti. Irak işgalinden sonra ABD’nin OD’da insan içine çıkacak yüzü kalmamıştı. Rusya ve AB’nin de ciddi biçimde ihmal ettiği bölgede iktidar boşluğu vardı. Batı ekonomik krize girmiş, Türkiye’nin aralarında olduğu Yarı Çevre ülkeler (Global South) yükselişe geçmişti.

Bu ortamda Davutoğlu, ‘bütün komşularımız bizi ham yapmak için bekliyorlar’ paranoyasının yerine, İsmail Cem’in Yunanistan’la başlattığı dostluk politikasını yaygınlaştırdı. “Komşularla Sıfır Sorun” ilkesine dayanan aktif bir tutum geliştirdi. Asıl önemlisi, bunu ticaret, kültür ve yardım/kredi üzerinden yürüyen “Yumuşak Güç” yaklaşımıyla yaptı ve bölgede büyük sempati, ciddi biçimde motive olan Bakanlık’ta da büyük takdir topladı. Sonuçta, Türk diplomatları her yerde el üstünde tutulur, Türkiye de kavga edenleri uzlaştırır bir pozisyona terfi etti. Bu arada unutmayalım: Davutoğlu Ermenistan’la iki protokol imzalayarak, Türkiye’yi en çok sıkıştıran/sıkıştıracak konuda her şeyi değiştirebilecek fevkalade önemli bir başlangıç yarattı.

Durum birden dönüyor

İlginçtir ve ileride bu üzerinde çok durulan bir husus olacaktır, AKP’nin iç politikası kendini belli bir noktadan sonra nasıl hoyratlaştırıp dağıttıysa, dış politikası da aynı tarihlerde aynı akıbete uğradı.

PKK’yı komşularım barındırıyor diye yıllar boyu sızlanagelmiş Türkiye, Arap Baharı başlayınca, canciğer dostu Esad’ın muhaliflerini barındırmanın yanı sıra bir de silahlandırdı ve saldırttı. Öyle ki, ABD sonunda Türkiye’yi sakinleştirmeye girişti. Yumuşak Güç, birdenbire, en katı cinsinden Sert Güç’e geri dönüvermişti.

Bundan sonrası artık çorap söküğü gibi gitti. Çünkü Türkiye’nin OD’da “hegemonluk” iddiası tamamen Yumuşak Güç sayesindeydi ve ancak bölge ülkelerinin “rıza”sıyla mümkün olabilirdi. Üstelik, Suriye politikası yüzünden, onun koruyucusu İran ve Rusya’yla da aralar soğudu. İsrail’le durumun yerlerde süründüğü, mezhepler-üstü politikanın sorgulandığı bir ortamda, Erdoğan Gazze’ye gideceğim derken Batı Şerialı Filistinlilerle de sürtüştü. Iraklı Kürtlerle aralar düzeltildi, ama Bağdat’la papaz olma pahasına.

Şimdi de Türkiye, AKP’nin Mısır’da kendi replikası olarak gördüğü Mursi’nin Müslüman Kardeşler rejimini desteklemek için sert çıkan tek ülke olunca, ortalıkta kalakaldı. “Biz her türlü darbeye karşıyız” lafı da,  Sudanlı General Ömer El Beşir ve Libyalı darbeci Albay Kaddafi’yle ilişkiler açısından biraz tuhaf kaçtı.

ABD’yle durum? Erdoğan’ın Mayıs 2013’te Obama tarafından olağanüstü bir protokolle karşılanması, tecrübeli bir gözlemciyi kuşkulandıracak cinstendi: ABD bu buluşmada Suriye konusunda Erdoğan’ın istediği her şeyi reddetti. Şimdi de, ABD’nin OD’daki iki temel direği Mısır ve İsrail’le çatışan Erdoğan’ı gözden çıkardığı haberlerinin dolaşması şaşırtıcı değil. AB’yle durum? Hiç açmayalım.

Olayı kestirmeden anlayabilmek için, hangi devletlerle kavgalı olduğumuzu değil de, kiminle olmadığımızı bilmek daha anlamlı olabilir: Azerbaycan’la! Yani, Ermenistan’la protokoller imzalanınca Bakü Türk şehitliğindeki bayrakları direkleriyle söken ve Türk camilerini kapatan komşumuz. Petrol-gaz tehdidini kullanarak Ermenistan’la ilgili Türk dış politikasını yöneten komşumuz.  Yüzde 61.32’lik bir payla Petkim’in de sahibi olan Azeri devlet petrol devi SOCAR’ın, Kanal 24’ü de içeren Star Medya Grubu’nu bu yıl satın aldığını hatırlamak da yararlı olabilir.

Gelelim Dışişleri Bakanlığı’na…

Bu hale gelmiş bir dış politikanın hemen toparlanması beklenirken, 10 Temmuz gece yarısı bunun tam tersi oldu. Dünyada bir ekol olarak bilinen TC Dışişleri’ni kısa vadede yıkabilecek bir madde torba kanuna eklendi.

Buna göre; Türkiye’nin tek ciddi giriş sınavını yapan, yükselmeleri liyakate göre ayarlayan, ülkenin en kaliteli personeline sahip Dışişleri’ne artık istenen kişiler dışarıdan büyükelçi atanabilecek ve bunların Bakanlık görevlisi ve büyükelçilik sıfatları dış görevden döndükten sonra da devam edecek.

Temmuz 2010 tarihli TC Dışişleri yasasının 12/2/d maddesi, bunu, “diğer kamu kurum ve kuruluşlarına mensup olanlar” diye sınırlıyordu. Şimdi torba yasa Md. 35, “ve açıktan atananlar” diye ekleyerek, bu sınırlamayı da kaldırdı. Ayrıca, yine Md. 35’le, Dışişleri üst düzey yöneticilerinin “birinci derece kadrodaki meslek memurları arasından” atanma şartı da kaldırıldı.

Belli ki, bu noktaya geliş, uzun zamandır sabırla yürütülen bir master planın final aşaması: İstediği adamı, mesela bir yandaş gazeteciyi iki aylığına büyükelçi tayin eder, sonra getirip TC Dışişleri müsteşarı yapar.

Şimdi bu “büyükelçiler” bir yandan dış politikayı iç politikaya benzetecekler, bir yandan da o noktaya kadar tecrübe kazanarak gelmiş diplomatların motivasyonunu sıfırlayarak Bakanlık düzenini bozacaklar.

Ne uğruna?

İki anlama geliyor bu: 1) Başbakan, seçilemeyen veya AKP’de üç dönemini tamamlayan adamlarına, onların sınıf atlama rüyalarına bile giremeyecek çekicilikte bir yeni arpalık açıyor; 2) İngilizce bilmeyecek kadar dış politikaya uzak bir Anadolu seçkini, bir “sınıfsal darbe” yaparak, a) TC Dışişleri sınavına girme yaşı geçmiş olan, b) Girmeye gözü yemeyen, c) Girip de “monşerler” gibi yıllarca tecrübe biriktirmeye sabrı olmayan AKP seçkinlerine, Dışişleri üst kadrolarını peşkeş çekiyor. TÜBİTAK, HSYK vs. gibi diğer “kurum fetihleri”nden farkı, bunun ayrıca bir sınıf kavgası olması.

Gezi sonucu trajikomikleşmiş Türkiye’de, Erdoğan’ın artık Başkan seçilebileceğini sanmıyorum. Ama TC Dışişleri’nin bu torba yasayla iğdiş edileceğini sanıyorum. Bir zamanlar başarılarını çok övdüğüm meslektaşım Prof. Davutoğlu’na da, yakın zamana kadar bunca katkı yaptığı Türk dış politikasına ve Bakanlık’a böyle bir şeyi reva gördüğü veya görülmesine razı geldiği için, ne diyeyim kestiremiyorum. Çok üzgünüm.

 

Önceki Yazı
Sonraki Yazı