Malum, ‘salam politikası’ tabiri, bilinçli biçimde dilim dilim almak anlamına gelir. Ama bizde tam dersi bir durum var. Türkiye Cumhuriyeti, Sevr Paranoyası yüzünden, bilinçsiz biçimde dilim dilim veriyor. Kürtler ne kadar bastırırsa. Üstelik, bir uzlaşma havası içinde değil, binbir güçlük çıkararak, hatta Kürtlerin önüne atar gibi. Mesela son örnekte, Adalet Komisyonu’na gönderilen tasarı, sanığın tercüman getirtebilmesi için ‘pamuk eller cebe!’yi gerektirmekte. Mantık, dünyanın en doğal hakkının, üstelik Lozan 39/5’teki hakkın, ancak ortalık birbirine girerse verilmesi mantığı. Gerekçesi de, muhtemelen fena halde süfli: Geçen gün televizyondaki sarışın profesör hanımın “Vergi mükelleflerinin parası boşa harcanır” diyerek, Kürt sorunu yüzünden vergi mükelleflerinin şimdiye kadar kaç trilyon lirasının –ve ne kadar canının/kanının– harcandığına hiç aldırmaması gibi.
Bu, iki taraf için de vahim bir süreç. Çünkü veren tarafı aşırı fedakârlık yaptığı kanısına, alan tarafı ise hak ettiği kadar alamadığı kanısına sürüklüyor. Sonunda, varılan sonuç iki taraf için de ‘makbule geçmiyor’. Ülke rahatlayacağına, her seferinde biraz daha geriliyor. Bakalım ne zaman kopacak.
Kürtlere ne kadar vermeli?
Geçen gün TBMM Darbeler Komisyonu’nda bağlam dışına çıkarak sordular: “Kürtlerin sizce hangi talepleri kabul edilmelidir?” Cevabım tereddütsüz oldu: “Ne talep ederlerse, hepsi. Çünkü en nihayetinde, 1921 Anayasası’ndaki özerkliği ve Lozan’daki haklarını istiyorlar.” Tabii, bunun ayrılmaz parçası da şuydu: “Bir saniye geciktirmeden ve istenmesini beklemeden!” Çünkü kendini Türkiyeli sayan Kürtler gitmekte, yerlerine, bu sürekli çatışma ortamının yarattığı, kendini Türkiyeli saymayan gençler gelmekte.
Komisyon ne kadar ikna oldu, emin değilim. Ama maalesef ben artık şundan eminim: Her şeyi iki dudağı arasında tutan Başbakan Erdoğan bu gerçekten şu anda en uzak kişi. Çünkü tek derdi başkan olmak. Baktı ki sadece İslamcılara hitap etmek yetmeyecek, sokaktaki Türk milliyetçiliğine, İslami terminolojiyle de ‘Türk kavmiyetçiliği’ne yöneldi. Kürtaj, açlık grevi ve idam konusunda söyledikleri birtakım olayları unutturmak için olabilir, fakat esas amacı, ‘Sokaktaki Türk’ün, hadi kibarca söyleyeyim, ‘delikanlılık’ sayacağı şeyleri söyleyerek-yaparak Başkanlık oylamasında ekstra puan toplamak.
Fakat Başbakan’ın bu taktiği, kendisini uyarmış olayım, artık fena halde geri tepecek. Farkındaysanız, içeriden iki biçimde başladı: 1) ‘Vicdanlı Müslümanlar’; 2) Yazılıdan okumadığı zaman kırıp döktüklerini toparlayabilmek için yakın çevresinin sergilediği –ve kendisinin azarla karşıladığı– cansiperane gayretlerin durmadan artması. Birkaç örnek:
Bir de fırça yiyorlar
Ermeni diasporası ‘soykırım’ terimini kullandığında sinir oluyoruz. Erdoğan kalktı, Çin’in Sincan (Xinjiang) Uygur Özerk Bölgesi’nde yaşananlar için “Adeta bir soykırım” dedi. Çin fena tepki gösterdi. Bunun üzerine Dışişleri Bakanlığı, Çin’in içişlerine karışmak gibi bir niyetin söz konusu olmadığını açıkladı. Erdoğan hemen düzeltti: “Dışişlerindeki arkadaşlar benim ifademin dışında bir ifadeyi kullanamaz. Şu anda Çin’deki bu olay, adeta bir soykırımdır.” (Radikal, 11.07.2009)
Iğdır’da bir Azerbaycanlının yaptığı, süngülerden oluşan Ermenilere nefret anıtı dururken, Kars’ta Mehmet Aksoy’un ‘İnsanlık Anıtı’nı “ucube” diyerek yıktırdı. Bakan Ertuğrul Günay hemen koşturdu: “ ‘Ucube’ tabirini, Sayın Başbakan gecekondulaşmalar için kullandı” dedi (ntvmsnbc, 16.01.2011). Erdoğan hemen cevapladı: “Hayır! Heykel için kullandım!”
Açlık grevleri için “Şantajdır, blöftür, şovdur” dedi. Bu sefer Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç koşturdu, “BDP milletvekilleri için söyledi” dedi (T24, 14.11.2012). İnsanlar ölüme yatmış vaziyetteyken, “İdam geri gelebilir” dedi. Bakan Davutoğlu Batı’da bunu nasıl tevil edeceğini düşünmekten hafakanlar basmış bir vaziyette, “Norveç’teki Breivik için söyledi” diye hamle yaptı (Milliyet, 15.11.2012). Bu böyle gitmez efendim. Ama şu ana kadar gitti. İki sebepten: 1) Alternatifi yok, çünkü CHP adam olmamakta kesin kararlı; 2) Yakın çevresindekiler ya korkudan yahut başka şeyden, durmadan pohpohluyorlar.
Ben bu yazıyı nasıl bitireyim? İstanbul’da çok sevdiğim bir genç arkadaşım var; bundan sonrasını onun bana yolladığı e-postalardan birine bırakıyorum:
Taşbaş’ın öyküsü
“Saddam iktidardayken, ‘Bi’r-Ruh, Bi’d-Dem, Nefdik yâ Saddam’, yani, ‘Kanımızla canımızla seniniz Saddam’ diye tezahürat yapardı yandaşları (muhteşem bir fonetiğe sahiptir). O kadar ki, Bağdat’ın ABD tarafından işgal edildiği gün Bağdat’ın bir yerinde Saddam kameralar karşısına geçmiş şov yaparken de çevresindeki kalabalık aynı tezahüratı yapmaya devam etmişti.
“Yaşar Kemal’in ‘Ortadirek’, ‘Yer Demir Gök Bakır’, ‘Ölmezotu’ üçlemesini bilir misiniz? Orada bir Taşbaş karakteri vardır. Ekşi Sözlük de yazdı, fukaralık ve çaresizlik içinde yaşayıveren köylüler borçlu oldukları ağanın bir gün kapılarına dayanmasından korktukları için, ‘ermiş’ diye saygı duydukları Taşbaş’tan yardım dilenirler. Taşbaş efendi, köylüleri bu hülyadan kurtarmak için, ‘Değilim, hâşâ, sıradanım, ermedim’ dese de çare olmaz ve dahası, bir süre sonra, köylülerin inanmışlığının etkisiyle Taşbaş’ın kendisi de inanır erdiğine! İnanır inanmasına da, bir süre sonra ne olur, ‘Taşbaş efendimiz’ diye Taşbaş’ı ermişliğe yükselten köylü, Taşbaş’ı kendi elleriyle öldürür ve kırklara karıştırır garibi!”
Genç arkadaşım bunları anlatırken aklında kim vardı, tam anlamadım. Yaşar Kemal meraklısıdır, belki de sırf ondan; kim bilir…