Baskın Oran

Paranoyanın sonu, gelip ırkçılığa dayandı

Son zamanlarda bu ülkede birbirinden tatsız iki ırkçı eğilim dikkatleri çekiyor. Bir Rum düşmanlığı ve bir Musevi düşmanlığı (antisemitizm) zuhur etti. Bu ikinciden başlayalım.

Musevi düşmanlığı, göründüğü kadarıyla İsrail’in azmasından çıkıyor. Filistinlilere yapılan rezaletleri halkımız mitinglerle kınıyor. Ama, en göze çarpan pankartlardan ikisi şöyle: “Revivo Go Home” (Fenerbahçe’nin İsrailli futbolcusu) ve, sıkı durun, “I Understand Hitler Better Now!”. Anlamanı seveyim canım benim (yüklemi değiştirebilirsiniz).

Muhterem halkımız böyle; ya okumuşlarımız? Şu sıralarda azalır gibi oldu ama, bitakım kişiler durup durup internette “Dönmeler”den söz ediyorlar. Aralarından “eski Sabetayist” Ilgaz Zorlu adlı bir zat Sabetayist Rahşan Ecevit’in cumhurbaşkanı yapılacağını da ilan etti.

Bu arada Mülkiyeli ağabeyim Prof. Yalçın Küçük, “Şebeke” adlı son kitabında bu ülkeyi Sabetayistlerin yönettiğini açıkladı. Bikaçını sayayım: Cumhuriyet gazetesi, Bülent Tanla, Deniz Baykal, “Smail” Cem, Cem Mansur, Selim Sarper, Kemal Derviş, Çevik Bir… İsmet Paşa’yı Sabetayistler tasfiye etti… Orhan Pamuk onların fikirlerini yazıyor… Türkiye’de antisemitizm yok, semitizm var… Bizim Mülkiye’nin dekanı Celal Göle de Sabetayist; zaten Mülkiye’de başka türlü dekan olunmaz… Bu vesileyle, Kars’ın Göle kazasının da dönme yatağı olduğunu öğreniyoruz. Tevekkeli değil, Mülkiyeli abem aynı mülakatta (Anadolu Gençlik, Şubat 2002) boşuna demiyor “Ben, kendi bulgularına, kendisi hayretler içinde bakan birisiyim” diye…

Yahu, adamın dedesinin dedesinin dedesi 17. yüzyılda Yahudilik’ten dönüp Müslüman olmuş, o zamandan bu zamana üç buçuk asır geçmiş, hâlâ “Dönme” ve “Sabetaycı” olmaktan kurtulamayacak mı? Kaç yüzyıl geçerse kurtulunur? Üstelik, azınlıklar teorisinde, “isteyerek asimile olmak” kadar alkışla karşılanan bişey yok; hiç mi kitap okumaz bu insanlar? Bu Sabetaycı “literatür”ü ben İsmail Cem’in önünü kesmek istemeye bağlıyordum ama, Pandora’nın Kutusu’nu böylesine açıverdiğine göre, muhterem toplumumuzda iyi “potansiyel” varmış hani.

Bir de, Fener Rum Patrikhanesinin “Vatikan” olmak istemesi çıktı şimdilerde. Allah selamet versin, bu konuda da paranoya ırk ayrımcılığına dönüştü. Fener semtiyle Fenerbahçe semtini ayırt etmekten yoksun ne kadar zevat varsa tutturmuş, Patrikhane ekümenik (evrensel) yetkiye sahip olmak istiyor, durmadan ev satın alıyor, sonra Fener semtini “devlet” ilan edecek diye. Tam bir “nerem doğru?” hikayesi.

Bir kere, tapu kayıtlarına bakıyorsunuz, İstanbullu Rumlar 1954 ve 1989 yıllarında o civardan 2 ev almışlar. 1940, 41, 47, 59, 64, 77, 79, 80, 87, 88, 91, 92, 93 yıllarında da 1’er ev. Toplam 17 ev (Milliyet, 29.10.1993). 1993’ten bu yana da hiç alım yok. Zaten, olsa ne olacak? Sen Ezan-ı Muhammedi’yi aman daha iyi duyayım diye cami yanından veya Eyüp  Sultan’dan ev alıyorsun da Hıristiyan diye Fener’den alamıyor? Bu laik ülkede böyle din ayrımcılığı, bu kapitalist ülkede böyle mülkiyet kısıtlaması olur mu?

Bu ev alma işini o zaman ihbar eden de kim, biliyor musunuz? “Türk Ortodoks Patrikhanesi” adlı, tabeladan ibaret kilisenin patrik vekili Selçuk Erenerol. Şimdilerde de onun kerimesi, gönüllü MHP çalışanlarından Sevgi Erenerol. Bu aile, dedeleri Papa Eftim Efendi’nin (Pavli Karahisarlıoğlu) Atatürk tarafından önce yüceltilip, sonra da Yunanistan ve İngiltere’yle ilişkileri tehlikeye sokması yüzünden bir kenara itilmiş olmasının intikamını böyle almaya çalışıyor.

İkincisi, Rumlar ev alsalar bile, bunun, cemaati 2500’e inmiş Fener Patrikhanesinin Vatikanlaşmasıyla ne ilgisi var anlayamadım.

Daha önemlisi, Allah bilir, bu cin fikirli zevat, bu evlerin Fener Patrikhanesine devredilmek üzere alındığını sanıyorlardır. Rahat edin, Patrikhane devralamaz, çünkü notere veya tapuya gidip imza atamaz; çünkü tüzel kişiliği yoktur! Hiçbir patrikliğin de yok. Hadi, şimdi de hemen kaleme sarılın, “Ama ya ileride tüzel kişiliği olursa!” diye döktürün… Yaptığınız ırkçılığa bir kılıf bulmayı bir de buradan deneyin.

Bu muhteremlerin biraz tarih bilmesi iyi olurdu: Papalık, ilk Roma Piskoposu Havari Aziz Petrus’tan beri var ve bütün Ortaçağ boyunca imparatorlara taç giydirdi; İtalya ise 1870’den sonra kuruldu. Oysa Bizans (Fener) patrikhanesi her zaman Bizans imparatorlarının oyuncağıydı; idam ediliveren patriklerin sayısı bile bilinmez. Ortadoğu’da bu iş böyledir; Devlet her dönemde ve daima Din kurumunu pençesi altında tutmuştur. Bunun nedenini anlatmak epey uzun sürer ama, şu kadarını öğrenseler yeter: Türkiye’deki laiklik (devlet’in din’i denetlemesi) Fransa’dan falan değil, Osmanlı aracılığıyla Bizans’ın bu niteliğinden gelmiştir.

En önemlisini söyleyeyim de bitireyim: Keşke Fener Patrikhanesini Vatikan gibi bir statüye sahip kılabilseydik! Turizmi falan bırakın; Türkiye’nin dış politikası ülkemizin boyuyla posuyla orantısız bir güce kavuşurdu. Fatih Sultan Mehmet’in, can çekişen Fener’i yeni yetkilerle donatıp diriltmesi acaba “insan haklarına saygı”sından mıydı, yoksa Avrupa Birliği’ne girmek arzusundan mı, ne dersiniz?

Tabii, bunu okuyan kimi muhteremler İstanbul’un semti Fener’in Türkiye’yi yutacağını söyleyeceklerdir. Onlarda bu Sevr Paranoyası varken ne yapsalar, ne söyleseler yeridir; anlayışla karşılayın gitsin, çünkü bu insanların işi zor. Bu korkularla aynaya nasıl bakabildiklerini ve geceleri nasıl uyuyabildiklerini cidden merak ediyorum.

 

Önceki Yazı
Sonraki Yazı