Baskın Oran

Mazlum’dan zalim’e ince yol

İkisinin de sülâsisi (yani üç harfli kökü) zlm; zulm. Tatsız biçimde akraba oluşları belki de bundan. Geçen hafta “Türkiye ve Yunanistan’daki azınlıklar birbirlerinin derdini çözmeye çalışsınlar. Ancak böyle kurtulurlar” demiştim. Bu durum Türkiye içinde de aynen geçerli. (Lütfen not edin: Azınlık kavramı sayıyla değil, ezilmişlik ve dışlanmışlık’la ilgilidir).

Zaten, bundandır ki Temmuz 2007 seçim kampanyasında bizim hareket şöyle demişti: ‘Herkes kendini değil, bir diğerini savunacak! Sosyalist eşcinsel’i, eşcinsel Kürt’ü, Kürt Ermeni’yi, Ermeni Çingene’yi, Çingene Alevi’yi…’

Böyle devrimci şeyler bir-iki ay söylemekle yerleşmez; uzun on yılların işidir. Ama şimdi derdim başka. Biz bunu niye söyledikti, biliyor musunuz?

Eşcinsellerle aynı kefeye

31 Mayıs 2007. Sol’da Bağımsız Ortak Aday’ı ilk defa ilan ediyoruz. Hangi mazlumların sesi olacağımızı şöyle açıkladım: 1) Etnik/Kültürel Kimlikler; 2) Dinsel/İnançsal/İdeolojik Kimlikler; 3) Sosyo-Ekonomik Sınıflar/Tabakalar; 4) Cinsel Kimlikler. Bu sonuncusu altında saydıklarım: Eşcinseller, kadınlar, travestiler.

Aman tanrım. Haber geldi: “Kadınlara eşcinseller ve travestilerle aynı kategoride yer vermeniz feministleri çok kızdırmış.” Düşünebiliyor musunuz, Türkiye gibi bir ülkede her Allahın günü zulüm gören kadınlar, kendilerinden bin fazla zulüm gören insanlarla aynı kefeye konmak istemiyorlar! Ne korkunç!

İşte bunun ardındandır ki “Herkes bir ötekini savunacak” ilkesini ürettik. Çok da iyi yaptık. Bütün kampanya boyunca söylediğimiz en devrimci ve en doğru şeydi.

Son zamanlarda iki olay, insanların bunları zerre kadar anlamamış olduğunu gösterdi.

Birinci ve küçük olay yine feministlerle ilgili. 30 Mayıs’ta patlayan, meşhur, kavanozla dışkı atma olayı. Söylemeye gerek bile yok: Takdir ettiğim insan Sevan Nişanyan’ın iyice eşşek tarafına gelmiş. Müjde Nişanyan’ı tanımazdım, bu berbat vesileyle Agos’a yazdığı mektuptan tanıdım ve birdenbire büyük yakınlık hissettim:

‘Hayatımın çok zor bir anında ne yapacağımın şaşkınlığı içinde jandarma komutanına seslenmem belki bir içgüdüsel refleksti. Fakat ben nereden bileyim ki, bu insafsız bürokrasi düzeninde, benim şahsi olayımın medya çarklarına yansıyabileceğini? Kişi ve aile mahremiyetinin gizli tutulması gibi bir ilkenin olmayışını nasıl bilebilirdim ki? Siz bilir miydiniz?’ Çaresizlik ancak bu kadar çığlıklaşabilir. Böyle anlarda soğukkanlı düşünemezsiniz.

Fakat, Müjde’nin düşünmesine imkan olmayan şeyleri feministlerin biraz durup düşünmeleri için vakit vardı. Ne gibi? Mesela, Sevan’ın Yanlış Cumhuriyet kitabını bu milliyetçi atmosferde daha yeni yayınladığını. Soyadında bir yan eki taşımanın ne demek olduğunu. Agos’un bu ortamda bir de bu işe bulaştırılacağını. Gazete çalışanı kadınların fena halde iki ara bir derede kalacağını. Say.

Doğal protestonun ötesine geçerek “Kovun bu adamı Agos’tan!” diyen, neredeyse “Fırıncıya söyleyin, ekmek de vermesin”e varabilecek, hatta “Bize dokunmaya kalkanı yakarız” mesajı yollayan tepkinin dozunu daha dikkatli ayarlamaları beklenirdi.

Feminist tepkiyi anlamak zor değil; binlerce yıllık ezilmişliğe haklı başkaldırış bu. Ama böyle giderse, feminist hareketin kendine de başka mazlumlara da zarar vermesi mümkün olabilir. Düşünmek lazım; acaba tepki bu kadar “sert erkek” olmasa, egemen düzen bokun üzerine böyle atlar mıydı? Nitekim, ABD’de yayınlanan ve kendini “Dünya Türkleri Koalisyonu” olarak tanımlayan Turkishforum 26 Haziran yayınında balıklama dalmış: ‘Ermeni yazarın ‘Yanlış Cumhuriyet’ adlı bir kitabı da yayımlanmış. O kitaptaki şu gaflet, dalalet, ihanet ve düşmanlık dolu cümleler…’

Feministler bunları pek düşünmedi. Çünkü (istisnalar hariç) sadece kendi türlerini yani “kadın”ı savunmaya programlanmışlardı; insan’ı veya mazlum’u değil.

Ya Kürtler, solcular, Atatürkçüler?

Yalnızca kendi türünü savunmanın hepimiz için kronik bir hastalık olduğunu gösteren ikinci ve çok daha vahim olay, Ergenekon davası.

Geçen hafta A. İnsel yazdı: Öcalan, İmralı’dan, ‘Bu hegemonik çekişmelerde Kürtler taraf olmasınlar. Kürtler ne ulusalcılardan ne de diğerlerinden taraf olsunlar, çok dikkatli olsunlar, kendilerini korusunlar. Ancak bu şekilde bu kaosu atlatabilirler’ diyor. Dört gün sonra Emine Ayna, ‘Yaşananlar Türkiye’deki iktidar gücünü oluşturan mekanizmalara sahip olma savaşıdır. Bu savaş demokrasi ve özgürlük savaşı ya da sivil demokratik siyaset adına yürütülen bir mücadele değildir’ diyor. Yani, “Yesinler birbirlerini”.

15.07.08 tarihli Taraf’ta haber: “DTP Ergenekon’da ‘tarafsız’. Operasyonu bir iktidar kavgası olarak tanımlayan parti, Ergenekon soruşturmasında Kürtlere karşı işlenen insanlık suçlarının gözardı edildiğini belirtti”.

DTP’li kardeşlerim! Her askerî darbede önce Kürtlerin canınıza okunduğunu sizlere benim gibi bir Lahasümüt’ün mü hatırlatması lazım? Sizde toplumsal bellek mevcut değil midir? Yoksa, “Bu kavgaya karışmazsak belki partimizi kapatmazlar” mı dediniz?

Solcu kardeşlerimin büyük çoğunluğu! 1925’te Kemalizme benzer gerekçeyle verdiğiniz desteğin size nasıl döndüğünü hatırlıyor musunuz?

Kendilerini Atatürkçü olarak niteleyen arkadaşlar! Bunun darbeyle ilişkisi yok da laiklikle var, öyle mi? Siz başka hiçbir ezber bilmez misiniz yahu?

‘Önce Yahudileri götürdüler…’ diye başlayan sözleri unutun. Annem Zehra hanımın 1950’lerin başında akşamüstüleri beni sokağa salarken söylediğini aktarayım: ‘Çocuklar bir çocuğu döverken sakın araya girme; sen de dayak yersin!’

Annemin söylediği, bu yol arkadaşlarımın yaptıklarıyla mukayese edilemeyecek kadar saygıdeğerdi. Çünkü kendini değil çocuğunu korumaya çalışıyordu.

Vicdan

Bir anıyla daha bitireyim. Yine seçim kampanyası sırasında kimlerin sözcüsü olduğumuzu ilan etmişiz, canım abim Ahmet İsvan’dan bir e-posta: “Baskıncığım, oğlum Orhan der ki, ‘Baskın Bey herhalde benim oyumu istemiyor. Çünkü kadın değilim, Çingene değilim, Kürt değilim, eşcinsel değilim’…”

Hiç düşünmemiştik. Birdenbire ayıldık ve slogana şu eklemeyi yaptık: ‘… Bunların hiçbiri olmayıp da vicdan sahibi olanların sözcüsüyüz!’

Sadece kendi türünü koruma içgüdüsüyle Ergenekon’a “seyirci” kalan mazlum kardeşlerim. Aklınız ‘… sakın araya girme…’ diye emrediyorsa, kendi zalimlerinize yol döşüyorsunuz demektir.

Aptallıktır, ama siz bilirsiniz. Fakat bir de başka mazlumların zalimlerine döşüyorsunuz, vicdansızlıktır, yapamazsınız.

Bu arada, merak etmeyin. Biz sizin her birinizin hakları için paralanmaya aynen devam ederiz. Sadece, saygı duymayı keseriz; o kadar.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı