Osmanlı dahil, tarihi boyunca Rusya’yı tahrikten kaçınmış ve Stalin Rusyası’nın (SSCB’nin) saldırgan politikasına karşı ABD’nin hegemonya aleti NATO’ya girmiş bir Türkiye var. Geçen Cuma namaz çıkışında bu Türkiye’nin cumhurbaşkanı Erdoğan konuştu. Tarihleri boyunca Rusya’yı tahrikten kaçınmış Finlandiya (“Finlandiyalılaşmak” terimini hatırlayın) ile İsveç’in, Putin Rusyası’nın saldırgan politikasına karşı ABD’nin hegemonya aleti NATO’ya girmek istemelerine karşı çıktı.
NATO kuralları gereği, bu bir vetoydu. Üstelik, Finlandiya Cumhurbaşkanı Sauli Niinistö telefonla konuştuğu Erdoğan’ın bir ay önce kendisine olumlu cevap verdiğini, bu yüzden şimdi çok şaşırdığını söylüyordu.
Ne olmuştu; Nato’nun Soğuk Savaş’taki “gıymatlısı” özel pozisyonunu yitirmekten mi korkmuştu?
Hayır. Çünkü vetosuna gerekçe olarak Erdoğan, bu iki ülkenin “terör örgütleri için bir nevi misafirhane” olduğunu söyledi. Türkçeye tercümesi: ‘Bu iki ülke Türkiye’den kaçanlara sığınma sağlıyorlar’.
Hatta, düşününce çıkıyor, daha ileri gitti. “Oraların parlamentolarında bile yer alıyorlar” diyerek bu ülkelerin vatandaşlık mevzuatına da müdahale etti.
Ardından açıklama yapan fiilî dışişleri bakanı İbrahim Kalın ise meselenin bir Batı’yla Mahmutpaşa Pazarlığı olduğunu netleştirdi: “Kapıyı kapatmıyoruz. Ama temelde bu konuyu Türkiye’nin ulusal güvenlik meselesi olarak gündeme getiriyoruz“.
***
İyi de, neyin pazarlığı? Lüksemburg Dışişleri Bakanı J. Asselborn bikaç gün sonra izah etti: “Türkiye’deki pazarların nasıl işlediğini herkes bilir. Erdoğan pazar mantalitesine sahip. Fiyatı yükseltmek istiyor. Bu daha çok, ABD’den F-16 sevkiyatıyla ilgili”.
Bakan, minik ülkesinin sınırlı jeopolitik pozisyonu icabı, pazarlığın iki yüzünden Batılılara daha görünür olanını dile getirmişti: F-16 pazarlığı. Oysa, “daha çok…” deyişinin arkasına saklanmış olan husus, Erdoğan’ın kendisi ve Rejimi için çok daha yaşamsal başka bir pazarlık konusuydu: Yaklaşan seçimlerde Kürt heyulasını kullanarak Türkiye kamuoyunu etkilemek amacıyla, Kürtlere sınır ötesi saldırılara devam etmek için Batı’dan taviz koparmak. Sırayla görelim:
***
Rejim, ABD’yle ve NATO’yla pazarlık yapıyor. Ne için?
F-35 zor da, hiç olmazsa geliştirilmiş F-16 satmaya razı etmek için.
Akdeniz konusunda Yunanistan’a yaklaşmaması için.
Suriye-Irak’ı bombalamakta kullanılan SİHA’lara gerekli elektronik aksamın satışını engellememesi için.
IŞİD ve benzerlerine karşı mücadele veren Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) desteklememesi için.
Ama galiba “kişisel” olarak daha da acil bir durum mevcut: Kara para aklamaktan banka dolandırmaya kadar tam 6 suçlamayla New York’ta davası görülmekte olan Halk Bank artık son umudunu Yüce Mahkeme’de (Supreme Court) kullanmakta ve soruşturma derinleştikçe ipin ucunun Saray’a ulaştığı söyleniyor.
***
Uzman gazeteci Fehim Taştekin, “şantaj olarak algılanan” diye nitelediği bu pazarlık siyasetiyle CB Erdoğan’ın ABD’den şimdiye kadar hiçbir taviz koparamadığını hatırlatıyor:
2018 Brunson olayı.
2019 Barış Pınarı Harekatı’nın durdurulmasını isteyen (ve sağlayan) hakaretamiz Trump mektubu [hakaretamiz derken, vallahi dört dörtlük bir “TCK Md. 299’luk” vaka!].
Sıkıştırılan Yunanistan’ın daha fazla silahlanıp Fransa ve ABD’yle savunma anlaşmaları imzalamasına yol açılması olayı.
Rojava’daki YPG’ye “terör örgütü” demediği gerekçesiyle NATO’nun Baltık ve Polonya savunma programına 2019’da getirilen vetodan 7 ay sonra vazgeçilmesi.
CB Erdoğan’ın eski vetolarının netice-i pür melallerini, Mülkiye’den KHK’yle atılmış kürsü arkadaşım İlhan Uzgel’den okuyabilirsiniz. S. Arabistan’dan İsrail’e ve Mısır’a kadar durup dururken sataşılan bilumum ülkeler konusunda şimdi U dönüşü yapıldığını unutmadan.
***
Özetle, ABD ve NATO’yla geçmişteki başarısız pazarlık konuları ibadullah. Çünkü Rejim için önemli olan sonuç almak değil, sorun yaratıp taviz aranmak. Sebebi: Her didişme sonunda karşı taraftan bir miktar da olsa taviz alma umudun vardır; işin genel doğası/kuralı böyledir.
Ama işin en az iki doğası daha var “bonüs” olarak yanında gelen: 1) Sonunda herkesikarşına alabilirsin; 2) Sonunda insanları en azından bıktırırsın ki, özellikle uluslararası politikada hiç tavsiye edilmez.
Nitekim Biden şu anda Finlandiya ve İsveç liderlerini Beyaz Saray’a davet ederek Rejim’i uyarmaya çalışıyor. Yunan kökenli bir Türk aleyhtarı olabilir diye Kanadalı Senatör Leo Housakos’un “Türkiye’yi ve Erdoğan’ı NATO’dan atın!” demecini isterseniz saymayalım ama, bıktırma konusunda Bakan Asselborn’un söylediğine kulak verelim: “Türkiye bazen zor bir ülke olabiliyor. Türkiye’nin pes edeceğinden kendimden emin olduğum kadar eminim“.
Böyle dış politikan olursa, böyle de laf sokarlar. Ayrıca, zırt pırt veto kartı çıkartırsan yakında daha fazla laf yersin. Allahtan ki müttefiklerimiz Tek Adam Rejimi ile Türkiye’yi ayırmayı artık kesinlikle öğrendiler.
TC Adalet Bakanlığı’nın 17 Mayıs Pazartesi günü açıkladığına göre İsveç ve Finlandiya, iadesi talep edilen 33 kişiyi Türkiye’ye iade etmemiş. Ya ne olacaktı? Yargının neredeyse tamamen siyasal iktidarın kontrolünde olduğu bir ülkeye kim kalkar da insan iade eder kardeşim?
***
“Pazarlık” deyince değinmeden geçemiyorum: Ben Mülkiye’de dr. asistan iken öğrencimiz olan, çok sevdiğim, şimdi emekli olmuş bir büyükelçi yazdı: “Pazarlığın nesi ayıp? Pazarlık yapmak şark kurnazlığı sayılmamalı”.
Yazdı, çünkü bir diplomatın başlıca işi diplomatik pazarlık yapmaktır ve bizim hariciyeciler bu konuda çok tecrübeli ve iyidirler. Talimat alırlar ve gereğini yaparlar. Mesleğin raconu budur.
Budur da, “meslekî deformasyon”a kendini sokmamak lazım. Bu pazarlık Kürtleri sınır ötesinde bombalamaya devam edebilmek için pazarlıksa, bunu hiç olmazsa emekli olduktan sonra müdafaa etmek racona o kadar da uygun sayılmamalı.
Ama öğrenene değil, öğretene bak; belki de derslerde bunu böyle açık açık okutmalıydık. Fakat birader, 1970’lerde biz hocalar da bilmiyorduk ki bunu…
Rusya ne diyor bu “pazarlık”lara, bi de ona bakıp geçelim. Kremlin sözcüsü Peskov “Bu bizim meselemiz değil” dedi. Rusçadan tercümesi: ‘Bırakıyoruz Erdoğan başını güzelce belaya soksun, Suriye’de tamamen elimize baksın; hiç elleme!’.
***
Bitirmek için gelelim, Rejim’in Türkiye kamuoyunu etkileme çabalarına.
Suriye-Irak’a yapılan saldırılar ve HDP’nin kapatılmak istenmesi örneklerinde fena halde somutlaştığı gibi, kamuoyunu AKP+MHP yanında seferber etmek için Türkiyeli Kürtler konusunu kullanmak Rejim’in politikasında artık klasik. Son veto olayı bu oyunun son perdesinden ibaret.
Bu politika artık klasik ama, aklıma düşen bişeyi paylaşayım da öyle bitirelim.
Bazı haberler üst üste binince bu politikanın acaba klasiklik dışına çıkan yönleri de oluşmaya mı başladı, seçimler yaklaşırken Rejim ulusolcu muhalif kesimlerle bu veto üzerinden flört ediyor olabilir mi, diye geliyor aklıma.
“Bazı haberler” derken:
Rejim, bu veto olayını şöyle takdim etme kurnazlığına başvuruyor: “Türk kamuoyunun bu iki üyenin üyeliğine neden karşı olduğunu açıkladık; halkımızdan bağımsız siyaset izlememiz mümkün değil; bu partiler üstü bir durumdur”.
NATO konusu manşetlere çıkınca, TKP’li gençler İncirlik’te NATO’yu protesto gösterisine girişiyorlar.
Yurt dışına asker sevkine imzayı basan, HDP dokunulmazlıklarının kaldırılmasına onay veren CHP’nin, Batı’yla didişen bu veto konusunda Erdoğan’ı eleştiren tek bir kelimesi bu satırların yazıldığı âna kadar işitilmedi. CHP Atatürk Havalimanına gösterdiği ilginin çeyreğini göstermiyor.
İYİ Parti’ye gelince, o enfes: Erdoğan’a açık destek verdi. Yaptığı yazılı açıklamada, Finlandiya ve İsveç’in başvurusu sonrasında Türkiye’nin güvenlik konusunda duyduğu endişelerde haklı olduğunu söyledi.
Böyle başa böyle tarak, böyle memlekete böyle muhalefet.