Baskın Oran

“Kuva-yı Milliye Ruhu” – 2002 model

Dikkat: Türkiye tarihinin kritik bir noktasındayız.

AB’ye girmek için gerekli olan demokratikleşme yasalarını çıkarmak büyük gürültü koparıyor. Özellikle MHP tarafından dile getirilen, ama “sol”un çeşitli kanatları dahil olmak üzere epey geniş bir koalisyonun paylaştığı anlaşılan korkular  var.

Bunların son günlerde iki ilginç belirtisi daha ortaya çıktı. Önce Aydınlık dergisi AB Büyükelçisi Karen Fogg’un epostalarını ele geçirip ortalığı karıştırdı, arkasından Cumhuriyet gazetesinden İlhan Selçuk’un MHP Başkanı D.Bahçeli’yle AB’ye girme konusunda birçok fikri paylaştıkları belirtildi. AB’ye direnç örgütleniyor.

Bu paniği anlamak zor değil. Çünkü sözü edilen tarafların ortak niteliği milliyetçilik. Bu milliyetçilik hernekadar herkesin “kendi itikadınca” olsa da (Abdülaziz’in Paris seyahatinde geçen ne güzel fıkradır o!), ortak paydası aynı: dış dinamikle gelenlere karşı çıkmak.

Bu panik yeni bişey de değil. 1839 Tanzimat Fermanından beri sürüyor. Çünkü bu yenilikler ülkenin “doğal” gelişmesi sonucu yani altyapının (ekonomik düzenin) değişmesiyle kendiliğinden oluşan üstyapı (hukuk, ahlak, vb.) değişiklikleri değil. Dış dünyanın zorlaması üzerine seçkinlerin “yukarıdan devrim”le yaptıkları reformlar. Hep “yabancı” olarak algılandılar ve hep tepki doğurdular.

* * *

Peki, bu tepkinin anlaşılması kolaysa, benim derdim ne de bu yazıyı yazıyorum? Çünkü tepkiyi gösteren milliyetçilerin, bu dışarıdan zorlanan yenilikler konusunda bir tahlile gidip ikili bir ayrım yaptıklarını görmüyorum da, ondan.

Dış dinamiğin zorlamasıyla gelen pakette birbirine taban tabana zıt 2 farklı şey gelir:

1) “Demokratikleşme” terimiyle ifade edilebilecek siyasal değişiklikler,

2) “Teslimiyet” terimiyle ifade edilebilecek ekonomik değişiklikler.

Bunların ikisi de aynı paket içindedir ama, birincisi ülkeyi çağdaşlaştırır ve dolayısıyla Batı karşısında güçlendirir, ikincisi ise tam tersine ülkeyi Batı’nın dev tekellerinin eline teslim eder.

İsterseniz örnekle anlatayım. 1856 Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanının getirdiği reformları (işkencenin yasaklanması, vergi adaletinin getirilmesi, keyfi idamların önlenmesi, vb.) uygulamak için 1856 Paris Antlaşmasına eklenmiş bağlayıcı bir hükümdü. Bu bakımdan, kendi iç dinamiğiyle kendine çekidüzen vermemekte ısrar eden Osmanlı’yı çağdaşlaştırma açısından çok yararlıydı. Bu sayede, örneğin gayrimüslimlerin haklarını bahane eden ülkelerin Osmanlı’nın içişlerine karışmaları engellenecek ve sonuçta da meşrutiyet (anayasa) gelecekti. Bu nedenle, tepki değil kabul görmesi gereken bir durumdu.

Ama, aynı Islahat Fermanında başka bişey daha vardı: Yabancı sermayeye madencilik, tarım işletmeciliği, demiryolu yapımı ve işletimi gibi alanlarda imtiyazlar getirilmekteydi. İşte bu, Osmanlı’nın yabancı tekellere teslimi demekti ve reddedilmeliydi.

Osmanlı’da bunların ikisi birden tepki gördü. Bilinçsizce gördü. Bu yüzden de, birincisi gerçekleşmedi ama ikincisi gerçekleşti!

Bugün de durum aynı. “AB’ye gireceksek kendi kimliğimizle girelim” sözü bu birbirinden 180 derece farklı iki durumu ayırmaya yetmiyor. Oysa, Türkiye’nin kendi insanına insan muamelesi yapması demek olan demokrasi paketini hemen kabul etmek, ama Batı’nın dev tütün veya petrol tekellerine Türkiye’yi teslim anlamına gelen yasaları reddetmek lazım. İmtiyaz sözleşmelerinde ulusal çıkara aykırı bir durum olup olmadığını denetleyen Danıştay incelemesini bir danışma düzeyine indirgeyen tahkim değişikliğini reddetmek lazım.

Oysa biz şu anda bunun tam tersini yapmaktayız. Kendi iç dinamiğimizin üretmeyi beceremediği demokratikleşmeyi “içişlerimize müdahale ediyorlar!” diye reddetmekteyiz, işler daha da kötüleştiğinde sığınabileceğimiz ulusal şirketleri önce zarar ettirip sonra da “zarar ediyorlar” diye haraç mezat satmakta ve o alanları Batı’nın çokuluslu tekellerine açmaktayız. Kör parmağım gözüne olursa bu kadar olur.

* * *

Neden böyle yapıyoruz? Vatan haini olduğumuz için mi? Olur mu hiç! Bunu “milliyetçiler” yapıyor! Peki, neden yapıyorlar?

Bu insanların “iyi niyetli” olduklarını varsayarak söylüyorum, 2 şeyin farkında olmadıkları (veya, olmak istemedikleri) için yapıyorlar:

1) “Aman, parçalanırız” paranoyası yüzünden getirmeyi reddettikleri demokratikleşme olmayınca ülke daha da zayıflıyor. Belki de parçalanma sürecine giriyor. Çünkü insanlar “gönüllü” olmaktan çıkıp “zorunlu vatandaş” haline geliyor. Devletten “illallah” diyorlar. Milliyetçilerimiz, nasıl görülmez şeyse, bunu bir türlü göremiyorlar.

2) Demokratikleşmeyi hemen uygulamadığımız zaman hem dışarıdan içişlerimize müdahale devam edip gidiyor, hem de saydamlaşma bir türlü oluşmadığı için paketin “kötü” yönünü yeterince ve zamanında görüp gösteremez hale geliyorsunuz. Bir de bunu anlamıyorlar bir türlü, milliyetçilerimiz.

Sonuçta, demokratikleşme gerçekleşmediği için teslimiyet kolaylaşıyor. Onun için, “istemezük” derken neyi istemedüğünüzü ve neyi istedüğünüzü açıklamak zorundasınız.

Eğer dışarıdan zorlanan demokratikleşmeyi istemiyor ve dışarıdan zorlanan ekonomik teslimiyetçiliği istiyorsanız, o zaman “Kuva-yı Milliye Ruhu”ndan falan bahsetmek biraz abes oluyor.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı