Baskın Oran

Kürtlerden sonra, bir de Çerkezler!

Önce, internetten gelen bir habere gözatalım: “Kürtlerden sonra 21 Aralık’ta 36 Kafkas derneğinin birleşerek oluşturduğu Kafkas Dernekleri Federasyonu da, anadillerini yaşatmak amacıyla çalışma başlatmış. (…) Federasyon başkanı Muhittin Ünal, Türkiye’de 5 milyon vatandaşın oluşturduğu bu kültür grubunun gözardı edilemeyeceğini belirterek, RTÜK ve Milli Eğitim Bakanlığı’na gerekli başvuruları yaptıklarını belirtmiş”.

Bundan sonrası sıkı polemik. Nasıl birisi yazı yazmış da, nasıl öteki onun tek bir paragrafını alıp eleştirmiş de, bu eleştiri sırasında nasıl önce “Sayın” diye başlayıp arkasından “sen” diye hitap etmiş de… Okumaya ne zaman yeter, ne can.

Zaten anlamışsınızdır ya, söylenmek istenenin özü şu: Kürtler anadillerini kullanmak ve böylece Türkiye’yi parçalamak istiyorlar. Bu iş bulaşıcıdır. Şimdi bir de Kafkasya kökenliler anadil davasına düştüler. Vatan böyle böyle elden gidiyor. Daha kim bilir kimler sıraya girecek. Biz Türkler kendi vatanımızda geriye itileceğiz, azınlıktan beter olacağız.

* * *

Bu, tipik bir panik durumu. Panik sırasında laf anlatmak zor iştir. Doktor önce yatıştırıcı ilaçlar verir, sonra görüşme yapar. Ben bu olanağa sahip olmadığım için oturup doğrudan vaaz vereceğim, çaresiz.

1) Bu panik, Türkiye’de artık asimilasyon’un (yani başat etnik/dinsel grubun kendi değerlerini başka gruplara da benimsetmesi ve onların toplumsal belleğini sıfırlaması olayının) mümkün olmadığını sezmekten kaynaklanıyor.

Bu konularla epey zamandır uğraşan biri olarak, tarihten çıkardığım kuralı arz edeyim: Bir ülkede eğer önce Ortak Ekonomik Pazar (OEP) kurulur ve epey bir süre uygulanır, sonra azınlık bilinci oluşursa, asimilasyon mümkündür. Ama önce azınlık bilinci oluşur, ondan sonra OEP kurulursa, asimilasyonun hiç şansı kalmaz. Bunu daha önce de bir biçimde yazdığımı hatırlıyorum ama, zararı yok; tekrardan zarar gelmez.

OEP’den kasıt, çok basit söylenirse, ülkenin bir ucunda üretilen bir malın ülkenin öteki ucunda yaklaşık aynı fiyata ve her an satın alınabilmesidir. Bu durumda o ülkenin insanları devamlı yoğun temas içinde olur. Bu temas sonucu, başta dil olmak üzere, farklı değerler “ulusal değerler” adı altında standartlaşır ve ortaklaşır. Sonuçta bütün bireyler, alt kimlikleri ne olursa olsun, üst kimliği benimserler. Bunun adı “doğal asimilasyon”dur.

Osmanlı’da OEP yoktu. Ankara’nın buğdayı, komşusu ve Anadolu’nun tahıl deposu Konya’dan değil, Karadeniz ötesindeki Kırım’dan geliyordu (Lazlar bu nedenle fırıncı ve pastacıdırlar). Türkiye’de OEP’nin kurulması ise ancak 1980 sonrası başladı. İstanbul’da üretilen çokobilmemne Diyarbakır’da ve Mardin’de, Diyarbakır’ın içli köftesi ve Mardin’in telkârisi İstanbul’da 80’den sonra her zaman bulunmaya koyuldu.

Oysa Kürtlük bilinci bundan çok önce, en geç 60’larda kesin yerleşti. Dolayısıyla, artık Kürtleri asimile etmenin olanağı yoktur ve bunun iyice ezberlenip bütün planların bunun üzerine bina edilmesi akıllılık olur. Yani, Türkçesi, “zorla asimilasyon”a artık başvurmamak gerekir. Bu, ancak tepki yaratır ve azınlık bilincini sivriltir.

Yani, kapısı 5 cm dar diye Kürtçe kursu açtırmamak, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” afişlerini Kürtçe diye toplatmak, Show TV gözümüzün içine içine girerken Welat adlı çocuğu nüfusa kaydetmemek vs., “ulusal birlik” projesini resmen sabote etmekten başka anlam taşımaz. Hele de, küreselleşmenin alt kültürleri desteklediği bir dönemde ve Ortadoğu’da Kürt devleti kurulmakta olduğu bir sırada.

2) Türkiye’de Kürtler dışındaki diğer alt kimliklerin de (Çerkez, vs.) bu kervana katılmak istemesi “ulusal birlik” için tehlikeli değil, aksine, çok yararlı bir şeydir.

Çünkü yalnızca Kürtler sivrilirse, yukarıda birkaç örneğini verdiğim inanılmaz akılsızlıklarda hâlâ ısrarcı bir Türkiye’den bir gün ayrılmaları olasılığı, kağıt üzerinde de olsa, vardır. Oysa Türkiye’de bütün alt kimlikler kendilerini ortaya koyma olanağı bulurlarsa hepsi birden sivrilir, yani hiçbiri sivrilmez. Sadece, demokrasi artmış olur. Bu da ulusal birlik’i güçlendirir: “Zorunlu vatandaş”tan ürkmek lazımdır; “gönüllü vatandaş”tan değil.

Onun için, yapılması gereken şey, belli bir gruba ayrıcalık tanımak değil, herkese birden hak tanıyarak ayrıcalık denen şeyi ortadan kaldırmaktır. Örneğin, “Kürtçe kursu açılabilir” diye kural olmaz. “İsteyen, istediği dilde kurs açabilir” diye kural olur. Zaten, yapılan da budur. Ama, bu ikinci kuraldan yalnızca Kürtler yararlanmak için başvuruyorlarsa, otomatikman birinci kural geçerli olur. İşte, korkmak gerekiyorsa, ki Türkiye’de kimi insanlar korkmaya pek meraklı gözükmektedirler, bundan korkmak gerekir.

İşte bunun içindir ki Kürtlerin yanı sıra Çerkezinin, Gürcüsünün, İslamcısının ve sairesinin teker teker ortaya çıkıp kendi alt kimliklerini öne sürmek istemesi ulusal birlik için çok iyi bir şeydir.

Ama, kimilerimiz bu basit kuralları öğrenene, bu ülkenin 1930’ları çoktan geçtiğini idrak edene, 1930’larda ısrar etmenin gericilik olduğunu anlayana kadar daha epey işimiz var. Baksanıza, sözünü ettiğim internet mektubunda “Türkler, devletlerine sahip çıkmalıdırlar” diye yazıyor.

Türkiye’nin “en büyük” gazetesi Hürriyet’in hâlâ “Türkiye Türklerindir” diye ilan ettiği, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun İstanbullu Rum yurttaşlara “Türk olmayan” dediği, Danıştay’ın yine Rumlarımızı “Yabancı uyruklu TC vatandaşı” saydığı bir Türkiye’de, yazacaktır kardeşim. Yazmakta, yerden göğe mazurdur.

 

Önceki Yazı
Sonraki Yazı