AnaBritannica ansiklopedisi, “Mazoşizm”i şöyle tanımlıyor:
“Haz ile doyumun acıda ya da aşağılanmada aranması biçiminde görülen cinsel sapma” (cilt 15, s.468).
Madde devam ediyor: “Ama genellikle mazoşist, bir dereceye kadar olay üzerindeki denetimini korur ve aşırı acıdan ya da yaralanmaktan kaçınır”.
Şöyle bitiriyor: “Mazoşizm tek başına çok ender görülür. Cinsel hazzın acıyla özdeşleştirilmesi, çoğu zaman beraberinde sadizmi de getirir. Kişi bir durumda acı çekerken, bir başkasında rol değiştirerek acı vermeye yönelir. Bu yüzden, tek başına mazoşizm ya da sadizm yerine, genellikle sado-mazoşizm terimi yeğlenmektedir”.
Eğer “cinsel” sözcüğünü bir kenara ayırırsanız, bir yandan Batı’yla, diğer yandan da kendi insanımızla sürdürdüğümüz ilişkileri anlamakta bu ansiklopedik bilgiden epey yararlanmanız mümkündür.
Şöyle ki Batı’yla ilişkilerimizde, Avusturyalı yazar Leopold von Sacher-Masoch’un (1836-1895) tilmizleri (öğrencileri) olarak, çağdaş insan haklarını bir türlü uygulamamak yüzünden sürekli azarlanarak milletçe aşağılanıyoruz. Bu arada da, kimseciklerin bize dışarıdan zorla insan hakları kabul ettiremeyeceği ve buna büyük başarıyla direneceğimiz biçimindeki ”milliyetçilik”ten de belli ki büyük haz ve doyum alıyoruz.
Diğer yandan kendi insanımızla ilişkilerimizde, Fransız yazar Marquis de Sade’ın (1740-1814) tilmizleri olarak, örneğin pankart açan öğrencileri veya “Cumartesi Anneleri”ni rahmetli teyzem Cemile Hanım’ın deyimiyle “eşek sudan gelinceye kadar” kemali afiyetle sopalıyoruz, sonra da bunu Kopenhag Kriterlerine nasıl sığdıracağız diye “anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan gelene kadar” uğraşıyoruz.
Yani, var bişeyler…
* * *
Merak ve endişeyle beklediğimiz, AB’ye Katılım Ortaklığı Belgesi bugün açıklandı. Özgün belgeyi henüz görmedim ama, yeni bir şey yok; Kopenhag Kriterlerinin (bu konuyu 21 Temmuz 2000 tarihli Agos’ta yazmıştım) somutlaştırılmış ve bir miktar da takvime dökülmüş biçimi. Sadece iki konusunu yerim oranında ele almak istiyorum:
1) “Türk yurttaşlarının anadillerinde televizyon ve radyo yayınları yapmalarını engelleyen yasal düzenlemelerin kaldırılması”.
Bunca yıldır uğraşıyorum, bu konudaki sorunu anlayabilmiş değilim.
Çünkü yok Türkiye’de böyle bir sorun. “Böyle bir hakkın tanınması” diye bir sorun yok. Çünkü biz her Türk vatandaşının istediği dilde radyo ve televizyon yayını yapma hakkını Lausanne Barış Antlaşmasıyla taa 24 Temmuz 1923 günü tanıdık. Bakın, md. 39’un 4. fıkrası ne diyor :
“Herhangi bir Türk uyruğunun (…) basın ya da her çeşit yayın konuları[nda] istediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır”.
Lausanne’ın 37. maddesi gereği “hiçbir işlemle geri alınamayacak” haklar getiren bu fıkra, bütün Türk vatandaşlarına istedikleri herhangi bir dili, resmî daireler dışındaki herhangi bir basın-yayın organında kullanma hakkı veriyor. O tarihte bulunmayan radyo ve televizyon yayıncılığı da tabii ki “basın ya da her çeşit yayın konuları”na dahil.
Üstelik, bunun bize “emperyalist” veya “gâvur” Batı tarafından zorla kabul ettirildiğini falan da sanmayınız. Bu fıkra, Türk heyetinin Lausanne Konferansına sunduğu tasarının 3. maddesinin 4. paragrafıdır!
Her fırsatta baş tâcımız olduğunu söylediğimiz Lausanne’ı uygula, sorun kalmasın. Ama, var serde bişeyler ya…
2) “Tüm vatandaşların kültürel farklılıkları ve kültürel haklarının eğitim dahil olmak üzere garanti altına alınması”.
Kız öğrencilerin üniversiteye türbanlı sokulmayarak İslamcı akımlara çanak tutulması olayına alıştık. “Normal ilişkiler”e giriyor artık…
Ama, 7 Kasım tarihinde Mazlumder tarafından bana da yollanan bir açıklama, Diyarbakır E tipi kapalı cezaevinde tutuklu bulunan Fatma Gülsüm ve Ganimet Bulut adlı hanımların türbanlı oldukları için, 2 no’lu DGM’deki 10 Ekim tarihli duruşmaya götürülmediklerini ve haklarında “herhangi bir mazeret belirtmeksizin duruşmaya çıkmamışlardır” diye düzenlenen tutanağın da, durumdan habersiz mahkeme heyeti tarafından zapta geçirildiğini haber veriyor.
Şimdi, aslında buna inanmak zor. Zor ama, Türkiye’de öyle acı-zevk karışımı işler yapıyoruz ki, gelin de inanmayın.
Bu haber doğruysa, benim şimdi kalkıp da “Yahu, ben bir Türk baba olarak maaşımın yarısını verip kızımı İngilizce eğitim veren özel okula yollarken, hangi Kürt baba çocuğunu Kürtçe eğitim veren özel okula yollar, deli midir?” dememin fazla bir anlamı olmaz.
Cümleyi, “Sado-mazoşist midir?” diye bitirirsem, bak, o olabilir…