Fotoğrafı gördünüz. Çok modern giyimli ve bakımlı bir sarışın. Yaklaşık 20’sinde. Upuzun zincir kolye. Büyük yuvarlak küpeler. İç tarafı dövmeli sağ kolunu yukarı kaldırmış, taşlanmış blucini ile tişörtü arasından beli ve slipi gözüküyor. Ama suratı sirke satıyor. Kırmızı ojeli elinde bir taş parçası. Baran Tursun Polis Mağdurları Vakfı bülteninin mukayesesi düşündürücü: “Hangi Taş Daha Kıymetli: İzmir Taşına Övgü, Van Taşına 58 Yıl”. İzahat gerekir mi?
Doğduğum İzmir’in son gecesi
TV’de izliyoruz: DTP konvoyunun camlarını parçalıyorlar. Yıldızlı PKK bayrağıdır diye güllü DTP bayrakları üzerinde tepiniyorlar. Birdenbire, 54 yıl öncesine kayıyorum. 6 Eylül 1955 gecesi gayrimüslim komşularımızın yağmalanan evlerinin dantel masa örtüleri üzerinde tepiniyorlar…
Şimdi anlıyorum ki o gece çocukluğumun çokkültürlü İzmirinin son gecesiymiş. Sadece “Ela thovre Baskinâkimu!”lar [Gel Baskıncım] ve “Stasuvre oglusu, siga siga!”larla [Dur be oğlum, yavaş yavaş] sarmalanmış bir çeşitlilikten değil, cinsel konuda bile hoşgörüden bahsediyorum. İkinci Kordon’a voleybol ağı germişiz, takımlardan birinde Talha abla diğerinde Hatice abla. Kendileri, karşımızdaki randevuevinin sakinlerinden oluyorlar. Bu insanlar dışlanmazdı. Komşumuz Refik beylerde pansiyon kalan kömür saçlı Sevda abla her gece aynı saatte gelen karoçasına pür makyaj biner, Numune Pavyon’daki işine giderdi; geçerken el sallaşırdık ve arabacı “artık inin” der gibi hafif bir kamçı dokundurana kadar da arabanın arkasına takılırdık.
İzmir nasıl böyle olabildi?
Sonra? Sonrası, Osmanlı fethinden önce burada yaşayan gayrimüslimleri ya bu 55 gibi barbarlıklarla kaçırdık veya 64’te sınırdışı ettik. İzmir biz Müslüman Türklere kaldı. Şehrin atmosferine o gökkuşağı rengini veren insanların yanı sıra birarada yaşama ve hoşgörü kültürü de çekip gitti ve İzmir’in iş hayatı da katledilmiş oldu. Zaten, sonraki yıllarda da, ihracatın incir-üzümden sanayiye kayması üzerine, İzmir bir numaralı ihracat limanı olma özelliğini yitirip aynen Trabzon gibi “farklı”ya karşı düşmanlık geliştirmeye kayacaktır.
Neticede İzmirli şimdi diğer Müslümanlarla boğuşuyor: “Başıbağlılar” ve Kürtler.
Her sabah “Andımız” bağırtarak büyütülmüş ve sosyoloji okutulmamış bizler için bunlar nazik konulardır; biraz açmalıyım. İnsanoğlunun temel içgüdülerinin başında, “onlar” imajı yaratarak “biz” kimliğini inşa içgüdüsü gelir. Bu bazen din, bazen milliyetçilik kullanarak yapılır; fark etmez. Bu sebeple, “birarada yaşama” ciddi emek ister. Osmanlı’da sağlanmıştı çünkü hem imparatorluklar hiçbir cemaatin yaşamına karışmazdı, hem de Müslümanlar “millet-i hakime” oldukları için gayrimüslimlerden korkmazdı.
İzmir’e uygularsak: 1922’de İzmir’de Müslüman-gayrimüslim nüfus yarı yarıyaydı. 13 tiyatro, 1 de opera vardı (Prof. E. Berber’e teşekkür ederim). Cumhuriyet’te bu “Gâvur İzmir” atmosferi sürdü çünkü hem Müslüman Türkler gayrimüslimlerin ekonomik ve kültürel üstünlüğünü geleneksel olarak içselleştirmişlerdi, hem de onlardan korku diye bir durumları olamazdı. Ama milliyetçi barbarlık gayrimüslimleri itlaf edip de “öteki”nin içini Kürtler ve Başıbağlılar’la doldurunca, durum değişiverdi.
Kürtlere ve AKP’ye düşmanlık
Önce Kürtler: 1) İzmirliler tarafından hem ekonomik hem kültürel bakımdan aşağılanabilir konumdaydılar, 2) Fakat kısa zamanda tehdit olarak algılanmaya başlandılar. Çünkü Trabzon’daki gibi mevsimlik fındık işçisi değillerdi, yerleşiyorlardı ve doğum oranları yüksekti. Kimi meslekleri (pazarcılık, midyecilik) ellerine geçiriyorlardı. Hatta dükkan açıp yerel esnafa rakip oluyorlardı (özellikle Bodrum’daki tepki bundandır). Bu insanlar “diaspora” idi ve dışlanmanın etkisiyle güçlü bir Kürtlük bilinci geliştirmeleri, aslında bizzat kendileri had safhada bölgeci olan İzmirlileri sinir ediyordu. İleride, İzmirli Kürtler vatanı bölebilirlerdi. Sonuçta İzmirliler Kürtleri hem aşağılamaya, hem onlardan korkmaya başladılar. Bu, “öteki” yaratmak için ideal kombinasyondu.
“Başıbağlılar”a gelince: Bu insanlar 1) İzmirliler tarafından kültürel bakımdan aşağılanabilir konumdaydılar, 2) Fakat hemen tehdit olarak algılanmaya başlandılar: Çünkü ekonomik bakımdan güçlenmişlerdi. İzmirlilerle aynı apartmanın asansörüne binmeye başlamışlardı (S. Ayaz, R-2, 29.11.09).Örtündükleri için, rahat dolaşmaya alışmış İzmirlilerin göz zevkini ve sinirini bozuyorlardı. Sonuçta İzmirliler Başıbağlılar’ı hem aşağılamaya, hem onlardan korkmaya başladılar. Bu da “öteki” yaratmak için ideal kombinasyondu.
İzmir’in “çakma” korkuları
Oysa, iki “öteki” konusunda da İzmir’in korkuları, “çakma” korku. Çünkü ikisi de nereden kaynaklandığı ve nereye gideceği evrensel olarak bilinen sorunlar.
1) Başıbağlı meselesi bu insanların sınıf atlamasıyla hallolacak, oluyor da. Refah Partisi’yle AKP’yi karşılaştırın. Aradan on yıl bile geçmedi. Biri AB’ye ölümüne düşmandı, öbürü girmek için çırpınıyor. Para kazanmanın ideolojisi, dini, imanı, mezhebi, vs.si olmaz. İzmirliler hem kendi ideolojilerini (“Üniversiteye başıbağlı girilmez!”) karşı tarafa (“Üniversiteye başı açık girilmez”) yamıyorlar, hem de mini etek ile özgürlük eşanlamlı değil: O mini etekli özgür kızlar özgürlüklerini yaşayabilmek için İstanbul’a kaçamak yapmak zorunda mı değil mi? Gidebilenden de dönen var mı?
2) Kürt meselesi bu insanların doğal entegrasyonuyla hallolacak, oluyor da. Tabii, İzmirlinin engellemediği oranda. “Mardinkale” duvarlarında yazı: “Biji Göztepe!” Bundan güzel entegrasyon kanıtı mı olur? O Göztepe’yi tutacak, sen “Biji”ye karışmayacaksın. Karışırsan netice belli: “Biji Amedspor!”. Mardinkale deyince aklıma geldi. Kadifekale benim çocukluğumda da getto idi; “Çingeneler oturur, aman gitmeyin, arabanızı taşlarlar” denirdi. Sonra bu insanlar durumunu düzeltti, şimdi gettocular Kürt ve şimdi yine aynı uyarı. Harlem, İtalyan gettosu olarak başladı, sonra Yahudi oldu, şimdi siyah ve Puerto Riko. İzmirli sanayici Kürt’ü işten atmaya devam ederse, onun gettodaki ikametini uzatır, o kadar.
Bir de, azıcık tutarlılık yahu! “DTP konvoyu tahrik etti!” diyenler, “dekoltesi tahrik etti”yi lanetleyen insanlar. Üstelik Hrant da tahrik etmişti, boşanmak isteyen kadın da ediyor. Faşizm ve ırkçılık mı bu? Bilemem. Bir bildiğim varsa, o da İzmirlinin (aynen Türkiye’nin geneli gibi) bu korkuları abartmaya ihtiyacı olduğudur. Çünkü ekonomi desen İstanbul’un gölgesinden çıkamıyor, kültür desen (kimse alınmasın) çoktaaaandır nâmevcut. “İzmir Kimliği”, kala kala, ne olduğuyla değil neye karşı olduğuyla tanımlanmaya kaldı. Vahim bir durum bu. Onun içindir ki, eğer DTP konvoyuna saldıranların yanına bırakılırsa yaptıkları, AKP’nin konvoyu da aynı akıbete uğrayacaktır yakında.
Bir örnek olay: Lülü’nün hikâyesi
Bitirmeden, İzmir’i nasıl bu hale getirdik, bir örnek vereyim. 64 yılıydı. Bizim mahalledeki Levantenlerden sınıf arkadaşım Lülü’nün babası, ortadan kayboldu birden. Kıbrıs’ın başımıza tebelleş edildiği ortamda devletimiz sınırdışı etmiş, Yunanistan tebaası olduğu için. Oysa bu insan, o kararı imzalayanların feriştahının havsalasının alamayacağı kadar eski bir İzmirli ailedendi. İşadamı dedeleri 1750’de Marsilya’dan gelmişler, 1840’ta tüm sülale İzmir’e yerleşmiş (www.arkas.com.tr). 19 yaşındaki Lülü işlerin başına geçmek zorunda kaldı. Gemi acenteliğini geliştirdi. 1978’de konteynerle nakliyeyi başlattı. Gemileri TIR’larla bağlantılı kılmayı akıl etti. Bugün 11 gemi ve 267 TIR’la, 26 şirketlik bir holding. Lülü 2005’ten beri İzmir vergi rekortmeni ve 2008’de ödediği, kendinden sonra gelenin iki katı (Referans gazetesi, 02.04.09). Kurduğu ve 700 sporcu barındıran spor kulübünün voleybol takımı Türkiye kupasını 2006’dan beri kazanıyor. Bu yıl da Avrupa Çalenç Şampiyonu.
Irkçılık nedir bilmeyen ülkemizde, Ekşi Sözlük’te bile “Yahudi” diye yazılan Katolik Lucien Arkas’ın hikâyesi, Türkiye’nin hikâyesi aslında. Laik ülkemizde gayrimüslim sermayeyi gasp edip Müslümanlara “transfer” etmek için bunca “ulusalcı” çaba harcanmasaydı zenginlik ve kültür bugün ne durumda olacaktı, ayrıca bu bağlamda “İzmir ne gâvurdur ne faşist” lafı ne kadar anlam ifade eder, düşünmeye değer.