Dışişleri’nin epey sıradışı (ve şimdi emekli) büyükelçilerinden, benim de yakın dostum Temel İskit, dış politikamız hakkında bir “reset” terimi attı ortaya, herkes alıp kendine göre kullanmaya başladı. Format atmak diyen de var.
Reset, malum, “fabrika ayarlarına dönüş” demek. Yalnız, bu terimi Davutoğlu’na kadarki dış politikaya dönülmesi anlamında kullananlar için söylüyorum, o katiyen olmaz. Çünkü o “geleneksel” politika Orta Doğu’ya (OD) alabildiğine soğuk ve sert davranırdı. Gerçi bizi OD bataklıklarından uzak tutuyordu ama, hem felsefe olarak “pis Araplar” havasındaydı, hem de âtıl kalmadığı zamanlarda OD’da Amerikan/NATO çıkarlarını temsil eden bir cevvalliğe bürünürdü:
OD ülkeleri ne Cemal Paşa’nın 1915-16 sürgünlerini ve Meydan-ı Şüheda idamlarını unuttular, ne 1930’da İran’ın K. Ağrı bölgesini işgalimizi, ne 1939 Hatay olayını, ne 1952’de NATO’ya girmemizi, ne 1955 Bağdat Paktı ve Bandung Konferansı olaylarını, ne 1955, 57 ve 58’de Cezayir’in bağımsızlığına karşı çıkışımızı, ne 1956 Süveyş krizindeki tutumumuzu, ne 1949’dan itibaren İsrail’le ilişkilerimizi, ne 1957’de Başbakan Menderes’in (1998’de de Cumhurbaşkanı Demirel’in) Suriye’yi işgalle tehdidini, ne 1959’da CENTO’yu kurmamızı, ne de 1974 Kıbrıs çıkartmasını. Hiçbirini unutmadılar. Kendi Kürtlerine nefes aldırmayan bir Türkiye’nin 90’lar boyunca Irak Kürtlerini kullanarak, Amerikan uçaklarının korumasında Sıcak Takip diye Irak’ın egemenliğini kevgire çevirmesini de.
Aralar müthiş düzeliyor
Sonra birdenbire her şey tamamen değişti. Onlarca yıldır uygulanan demir eldiven politikası Davutoğlu’yla birlikte “Yumuşak Güç”e dönüştü. Gerçekten, “Komşularla sıfır sorun” gerçekleşmekteydi.
Gerçi burada da “Osmanlı mirası ve coğrafyası” söyleminin hissettirdiği bir “Büyük Birader” iması vardı. Derinden derine zarar veren bu ima, üstelik, “Eski Efendi” kavramı tarafından sivriltilip gerçek bir imaj haline getirilmekte, “Bölgesel Güç” hatta “Merkez Ülke” olma iddialarımız tarafından da oto-sabote edilmekteydi. Ama Arap halkları önce Davos’taki “Van Minüt”le, sonra da TV dizilerimiz ve ekonomik kalkınmamızla büyülendiler.
Aralar çok düzeldi. O kadar ki, Türkiye OD’da olmayacak ülkeleri barıştırdı. Karşılıklı olarak vizeleri kaldırdı. Hem hükümetler, hem de halklar nezdinde müthiş itibar sahibi oldu. Eski öğrencimiz büyükelçilerden kaç kere dinledim, “Büyük devlet sefirleri artık gelip yardım istiyorlar, bi de siz söyleyiverin sizi dinlerler, diyorlar” durumu çıktı ortaya. Hele Esad, Erdoğan ile Davutoğlu’nun bir dediğini iki ettirmiyordu.
Hatta daha çarpıcı bir gelişme oldu, Cumhurbaşkanı Gül’ün desteğini alan Davutoğlu dış politikamızın hiç tartışmasız en büyük tıkacı olan Ermenistan politikasını 2009’da yaptığı iki protokolle birdenbire muazzam bir açılıma kavuşturdu. Buraya döneceğim.
Bir de sayılara vuralım: M. Akgün-S. S. Gündoğar’ın 2011 TESEV araştırmasında Türkiye, OD halkları nezdinde yüzde 78’le “Hakkında en olumlu düşünülen”, yüzde 77’yle “barışa en fazla katkıda bulunan”, yüzde 61’le “en başarılı model oluşturan” ülke çıktı. Yüzde 71 “daha fazla rol oynaması”nı istiyordu. Bunlar için belirtilen 1 numaralı sebep, “Türkiye’nin demokratik bir rejime sahip olması” idi.
Aralar felaket bozuluyor
Sonra, Erdoğan’ın iç politikada “dediğim dedikçi”leşmesiyle fevkalade paralel olarak, yine birdenbire her şey değişti. Arap Baharı’nın Suriye’ye ulaşması ve Esad’ın artık Erdoğan’ı dinlememesi üzerine olaylar, başbakanımızın bu ülkeyi Menderes ve Demirel gibi tehdit etmesine kadar vardı. Ötesine de geçti, çünkü Esad’ı devirmek için savaşan İslamcı güçler Türkiye’den silah ve mühimmat alıyorlar, Türkiye’den gidip vuruyorlardı.
Arkasından, Erdoğan Mısır’a en ağır sözleri söyledi. Sudan’ın Uluslararası Ceza Mahkemesi’nce soykırım suçlusu olarak aranan askerî diktatörüyle canciğer kuzu sarması olan Türkiye, Mısır askerî darbesine dünyada en sert çıkan (ve yapayalnız kalan) ülke oldu.
Yani Erdoğan, içte olduğu gibi, dışta da Kemalizm’in demir eldivenini giydi. Hem de Suriyeli muhalifleri silahlandırarak, misliyle. Yukarıda geçen yüzde 78 olumluluk oranı 2012’de 69’a, 2013’te de 59’a düştü.
Bu olup bitenlerin iki net sebebi vardı: 1) Erdoğan’ın, istediği yapılmayınca zapt edilemez hale gelen bir tabiata sahip olması. Suriye’ye düşmanlığın birdenbire fışkırmasının sebebi bu idi; 2) Türkiye’yi nasıl DİB’in fetvalarıyla yönetmeye doğru götürüyorsa, ideoloji asla kaldırmayan dış politika alanını da İslamcı bir yola sokması.
Filistinlileri harcama pahasına, kurulduğundan bu yana ilk defa özür dilemiş bir İsrail’le ilişkileri bu vaziyete sokması, kıraathane sohbetlerindeki “Pis Yahudiler” kıvamının Başbakanlık düzeyine yükseltilmesinden ibaretti. Mısır’da izlediği feci tutum Müslüman Kardeşler’in (MK) düşürülmesinden, Suriye’deki çıldırması ise Esad düşürülemediği için MK’nın iktidara gelememesinden kaynaklanıyordu. Türkiye’de aklına geleni yapan Erdoğan, kendini OD’ya klonlayamıyordu.
Dibe vurmak kurtaracak
Tansiyonun düşüklüğü veya yüksekliği değil, fazla oynaması yıpratırmış vücudu. Şimdi yine her şey değişiyor. Kasım’da Erdoğan Rusya’ya, Davutoğlu Irak’a koştu. Davutoğlu 12 Aralıkta Erivan’da, 13’ünde Atina’da, 14’ünde KKTC’de. Erdoğan’ın 13 Mayıs 2009’da Bakü’ye gidip “Karabağ işgali kalkmadan protokolleri uygulamayız” diye mahvettiği ilişkileri Erivan’da diriltmeye çalışacak. Atina’da da, Türk dış politikasının kangreni Kıbrıs işini biraz düzeltmeye. KKTC Futbol Federasyonu boşuna mı iltihak ediyor (ettiriliyor) Rumlarınkine?
Peki ne oldu? Fazlasıyla basit: Dış politika dibe vurdu. Yalnız, dış politika derken ben Erdoğan ile Davutoğlu’nu iyice ayırmak yanlısıyım. Erdoğan iç politikada ortalığı nasıl dağıttı (ve dağıtıyor) ise, dış politikada da aynısını yaptı. Şimdi artık bu noktaya inince, Davutoğlu Erdoğan’ı ikna etti, tamirata girişiyor. Yani reset değil, “repair” (tamirat) var. Ağır cinsinden.
Tabii, bilemiyorum bunca tahribattan sonra ne derece mümkündür tamirat. Erivan’da protestolar hazırlanıyor. Dışişleri Bakan Yd. S. Koçaryan “Tahrik edici demeçler vereceğine, Soykırım Anıtımızı ziyaret etse daha iyi eder. Normalleşme, protokolleri önkoşulsuz uygulamakla olur” diyor Armenpress’e.
İçeride dayağa alıştılar, yiyip oturuyorlar, diye düşünüyor olabilir Erdoğan. Dış politikanın doğası biraz daha farklı. Öğrenecek. “Benden sonra tufan!”ı XV. Louis’nin söylediği sanılır; Erdoğan’ın söylediği öğrenilecek yakında.