Baskın Oran

Devlet ve PKK, Türkler ve Kürtler

İ.Kaboğlu’yla birlikte İngiltere’den yeni döndük. Azınlık Raporunu, ardı sıra oluşan gelişmeleri, açılan davayı Cambridge’deki Hukuk Fakültesi ve Londra’daki Halkevi’nde anlattık.

Birinci konferansta yalnızca öğretim üyeleri ve master/doktora öğrencileri vardı ama anlatmakta güçlük çektik. Çünkü, hakaret ve şiddet ve nefret söylemi içermeyen, hatta tam tersini içeren, üstelik de yazılması ilgili yönetmeliğin 5. maddesi gereği olan 7,5 sayfalık bir rapor için 5 yıl istenmesini Britanyalı hocaların idrak etmesi zordu. Zaten ihtiyaten konuşmama “Eğer anlamazsanız huzursuz olmayınız, size sizin için anlaşılması güç şeyler anlatacağım” diyerek başlamıştım.

İkinci konferans ise, en azından her iki dükkandan birinin adının Türkçe olduğu bir Londra mahallesinde yapıldı. Kürt ağırlıklı bir Türkiyeli diaspora gelmişti. 17.00’de başladı, binadan çıktığımızda 20.55 idi. İnsanlar sonuna kadar fire vermeden kaldılar. Anlattıklarımızı anlamakta güçlük çekmediler. Konuşmaların sonunda sordukları sorular, daha doğrusu söyledikleri şeyler de beklenen sorular ve yorumlardı. Yer kalırsa bahsedeceğim.

***

Değinmek istediğim şey başka:

Bizi arabayla otelden aldılar, Halkevi binasına gidiyoruz, kaçar dakika konuşulacağı ve nasıl bir süreç izleneceği konusunu anlatırken bir de şunu dediler: “Önce, şehitlerimiz için 1 dakikalık saygı duruşunda bulunacağız”.

Evvela şunu söyleyeyim: Umarım şaşırmadınız. TDK sözlüğü “şehit”in tanımını “Kutsal bir ülkü veya inanç uğruna savaşırken ölen kimse” olarak veriyor. Milliyetçilik de bu ölüm için en az din kadar müsait bir ideoloji. Üstelik, otuz bin canın çoğunun Kürtlerden çıktığına göre, bu insanlar açısından bunu istemenin şaşırtıcı bir tarafı olmasa gerek. Var diyorsanız, biraz tek taraflı düşünüyorsunuz derim ki, objektif davranmak zorunda olan bir akademisyen sıfatıyla bana hiç uymaz. Size de uymamalı. İran-Irak savaşında iki taraf da ölülerine “şehit” demedi mi?

Biz de şaşırmadık. Ama provasını önceden yapmışçasına aynı anda itiraz ettik. Ben şöyle dedim:

Bu yanlış olur. Özellikle de bizim konferansımızda. Çünkü İnsan Hakları Danışma Kurulunun açılışında birisi kalkıp da İstiklal Marşı söylensin ve şehitlerimiz için saygı duruşu yapılsın dediğinde, ben şiddetle karşı çıktım. Başkan da Prof. Kaboğlu idi. Dedim ki, İstiklal Marşı bir devletin istiklalinin simgesidir, biz ise burada devleti sınırlamak suretiyle bireyi özgürleştirmek için toplandık. Nitekim, adımız Devlet Hakları Danışma Kurulu değil, İnsan Hakları Danışma Kuruludur. Onun için, devleti simgeleyen eylemler yapmamız amacımıza terstir. İstiklal/bağımsızlık devletindir, özgürlük bireyindir”.

Kaboğlu söze şöyle katıldı:

Bırakınız İnsan Hakları Danışma Kurulunu; öğretmenler için İstanbul Valiliği tarafından düzenlenen insan hakları programlarının açılışında ben İstiklal Marşına ve saygı duruşuna aynı itirazı yaptım”.

Başından beri çok efendi bir tutum izleyen toplantı düzenleyicileri, söylediklerimizi tutarlı bulmuş olacaklar ki, konferansta böyle bir gündem yaşanmadı. Konuştuk, arkasından uzun uzun tartıştık, özellikle Kürtlerin “kurucu ve asli unsur” olmaları meselesini çekişe çekişe müzakere ettik. Dedim ki, “Biz bu Rapor’da, üst-kimliğe tüm vatandaşlarımızı hiç ayrımsız kucaklayan Türkiyeli’yi yerleştirdik. Diğer unsurlara tepeden bakma anlamına gelmesin diye, Türk’ü olması gereken yere yani alt-kimliğe koyduk. Şimdi Kürt’ü mü yukarı çıkartacağız?

Geceyi, aynen konferans gibi hoş bir havada, birkaç metre ötedeki Gaziantep lokantasında noktaladık.

***

Kıssadan hisse:

Devlet ile PKK’nın teorik planda mukayese edilmesi bile kimilerinin tüylerini diken diken edecek ama, bu tüyleri diken diken olanlar acaba iki tarafın da “kendi hesabına” milliyetçi olmak nedeniyle olur olmaz her yerde aynı milliyetçi ritüeli istediğini inkâr edebilirler mi?

Benim katiyen katılmadığım, Türkler ve Kürtler dışındaki insanlarımızı ikinci sınıfa indirgediği için ömrüm oldukça da katılmayacağım bu “kurucu ve asli unsur” iddiasını aynen Kürtler gibi Türklerin de ileri sürmekte olduğunu, bu tüyleri diken diken olanlar inkâr edebilirler mi?

Yoksa, bu tüyleri diken diken olanlar, bu ülkede “kurucu ve asli unsur” sıfatına yalnızca Türk etnik unsurunun mu layık olduğu kanısındadırlar?

Kanısındaysalar, bu ülkeyi BU SAATTEN SONRA nasıl “birlik ve beraberlik içinde” tutmayı planladıklarını bir zahmet öğrenmemiz mümkün müdür?

Önceki Yazı
Sonraki Yazı