Sucu Raşit bu yıl sanki ikinci bir Dalavera Memet oldu bana. Dalavera’nın çocukken çimdik attığı babası Köfte Nazif de bütün Bodrumlu erkekler gibi süngere çıkarmış; onu anlattı. Sefer hazırlıkları bir ay evvelinden başlarmış. Üç-beş kuzu kesiyorlar, bol miktarda kavurma yapıyorlar, tenekelere basıyorlar, kuyruk yağını da eritip üstüne döküyorlar. Tenekeler lehimlendikten sonra artık altı ay ver elini Kuşadası, İzmir, Bandırma, Marmara. Ekmek olarak da, şimdi cumaları pazarda satılan ve benim her akşamüstü birkaç damla suyla ıslatarak ayıla bayıla yediğim gemici peksimetleri.
‘Ağzını doğru sil!’
O zamanlar Bodrum’da epey erkek birkaç gün hapse girer, yatar-çıkarmış. Çünkü çoğu dinamitle (“bomba”) balık avlıyor. Raşit’in babası da yatmış, hem de 17 gün. “Dinamitten mi?” diyecek oldum, yok efendim, adam dövmektenmiş.
Köfte Nazif, adı üstünde, köftecilik yapıyor. Bir müşteri peydahlanmış, gelip yiyor, bitirince de ağzını masaya bu iş için konmuş ince kağıt parçalarıyla sileceğine, kalan ekmeğin içiyle siliyor. Bir, ki, üç, Köfte Nazif müdahale etmiş: “Arkedeş, kâat vaa masada, bak!” Adam bir daha geldiğinde yine ekmekle silince seninki tutmuş, atmış dükkandan. Güçlü-kuvvetli adammış. Dalavera’nın bizim kitapta (s. 140) “Antalya çuvalı” diye bahsettiği 70 kiloluk çuvalları eliyle karpuz gibi tutup atarmış kamyona. Bir seferinde arkadaşları şaka diye üstüne fırlatmışlar bir çuvalı kamyondan, tınmamış bile. “Yapmen len, ödeycez sonra!” demiş sadece.
Soracak oldum hangi yıllardı bu diye, “Ben ilkokula gitmiyodum daha. Aşaa yukarııı, kilisenin yıkıldığı yıllar” dedi.
Kilisenin yıkıldığı yıllar?
Aya Nikola Kilisesi
İki tane hilal biçiminde küçük koyu aşağıya yani güneye bakacak biçimde yan yana getirin, birleştikleri noktaya da bir Kale oturtun, Bodrum budur. Bu iki hilalin sağda olanına yerliler “Gâvur Mahallesi”, yerli turistler de buna izafeten soldakine “Müslüman Mahallesi” demişlerdir. Halikarnas’tan başlayarak Kale’de son bulan birincisi bu ismi 1923 mübadelesinden önce burada Rumların oturuyor olmasından almıştır ama, tabii ki biraz da onların yerine “yarı-cavur” mübadillerin gelip yerleşmesinden.
Halikarnas’tan başlayan Cumhuriyet Caddesi’nin bittiği (turistler bu caddeyi “Barlar Sokağı” diye bellemiştir), oradan limana kadar uzanan Dr. Alim Bey Caddesi’nin başladığı noktada bir meydan vardır. Gâvur Mahallesi’nin tam ortasına denk gelir. Burada Halk Eğitim Merkezi diye kunt bir yapı yer alır. Gudubet mi gudubet, güzelim yerel mimariye söver cinsten koca bir bloktur. Kışın folklor çalışmalarına mekânlık, yaz boyu da işporta çarşılığı yapar. Eskiden bu ucubenin yerinde Bodrum’un büyük kilisesi Aya Nikola varmış; ben yetişemedim. İsmi, gemicilerin koruyucusu Aziz Nikola’dan geliyor.
Rumlar Yunanistan’a gönderildikten sonra boş kalan anıtta önce sinema oynatıldığını Selçuk Erez’in İstanköyaltı Bodrum’undan öğreniyoruz (Bilgi Yayınevi, s. 68-70). Ama bu devasa mekân çok iyi sünger deposu olur diye düşünenler var. Nitekim, Erez’in kitabında uzun uzun anlatılan Bodrum’un ünlü sünger ihracatçısı Ali Cengiz ve ayrıca ilkokul öğretmeni Nusret Hoca “Rumları sevmesek de dinlerine saygımız vardır; mihrabı yıktırıp binayı kilise olmaktan uzaklaştırmadan böyle sinema oynatmak doğru değildir” diyorlar. Dine saygısızlık olmasın diye mihrap yıktırılıyor, Aya Nikola kilisesi oluyor sünger deposu.
O sıralar, yabancı turistlerin ve özellikle de dalış meraklısı Fransızların Bodrum’u ufaktan keşfetmeye başladıkları yıllar. Kasabanın en merkezi yerindeki bu “depo”nun fotoğraflarını çekiyorlar. O zamanlar bu terim daha keşfedilmemiş ama ülkü tabii ki eksik değil, birtakım “ulusalcı” vatandaşlar işkillenmeye başlıyor. Durumu Ankara’ya bildiriyorlar. Günahları boyunlarına, “Bunlar gider dışarıda ülkemiz aleyhinde propaganda yaparlar da burada bir Rum devleti kurulur” da demişlerdir garanti.
O devirde kolay değil, bugünle bir oranlayın: Sadece 2000 Rum’un kaldığı günümüzde İstanbul’da bir Rum Vatikanı kurulacak diye ödümüz kopuyor (Milliyet, 29.10.1993). Bu konuda TBMM’de milletvekillerimiz Meclis araştırması talep ediyor (Cumhuriyet, 09.06.1994). Rize’nin Şimşirli köylüleri köylerine arıtma tesisi yapacak AB hibesini “Bunun işinde bir iş var” diye reddediyor (Radikal, 10.12.07). Daha dün Balat’ta “Evleri Patrik alacak” diye insanlar evlerinin AB fonlarıyla restore edilmesini reddettiler (Taraf, 26.09.08). Yani, her an paluze gibi titreyen bir ülkeyiz. Tek bir sivil toplum kuruluşu bulunmayan o günleri bir düşünün bir de.
‘Ulusalcı’lar devreye giriyor
Tabii hemen belediyeye baskılar gelmeye başlıyor bu kiliseyi hemen ortadan yok et diye. Belediye Reisi Derviş Bey’in bu barbarlığı yapması mümkün mü? İnsancıl. Zamanı için çok kültürlü; lise bitirmiş. Çok dindar; ibadet yerini yıkar mı? Üstelik, süngerci Kalimnoslularla ve diğer adalılarla her an görüşüyor, gidip geliyor. Kendi anasıyla konuştuğu dil yani anadili de Rumca, çünkü Girit göçmeni. Sabah kalkınca ilk işi, çıt, radyoyu açıp Rumca şarkı bulmak oluyor da, ilkokula gidecek kızını öyle uyandırıyor.
Derviş Bey tabii ki razı olmuyor. Bunun üzerine baskılar yoğunlaşıyor ve “Sen yapmayacaksan biz yapacağız!”lar başlıyor. Bu ayrıntıları nereden biliyorsun derseniz, Derviş Bey benim görme mutluluğuna eremediğim kayınpederim.
Tabii, aklı başında insanlar da var. Bodrum’u Tanıtma ve Turizm Derneği 1965’te başkan Rüştü Gür imzasıyla gönderdiği yazılarla yetkilileri uyarıyor. Bu anıt yıktırılırsa hem turizm baltalanır hem de Yunanistan misillemeye girişip camileri yıkmaya başlayabilir, diyor.
Sonunda Muğla’dan bir fen memuru yollanıyor, bu zat “Tarihî bir özelliği yoktur; Nikola adlı biri tarafından yaptırılmıştır. Mail-i inhidam [çökme eğilimi] bahis konusudur” raporu veriyor. Köyişleri Bakanlığı Aya Nikola’yı belediyeden 10 bin liraya satın alıyor. Yıkım başlıyor.
İşin ilginç (ve daha da rezil) tarafı, “çökme tehlikesi vardır” denilen güzelim anıta kazma kürekle girişip yıkamayınca sonunda dinamit koyuyorlar. O kadar ki, meydana açılan ve bugün Seyfi Bar’ın bulunduğu çıkmaz sokakta yaşayan ihtiyar kadınlardan dinledim, evlerinin kimi camları kırılıyor. Bununla bile ilk katın duvarlarını yıkamayınca o çirkinler çirkini Halk Eğitim’i onların üzerine çıkıyorlar. Yıkım 1969’da, evet bin dokuz yüz altmış dokuz’da sonuçlanıyor. Böylece Türkiye parçalanmaktan kurtuluyor.
Raşit’e sordum: “Dinamitle yıkmışlar, doğru mu?” dedim. “Kazma-kürekle yıkılmadı ki enişte, çok sağlammış” dedi.
Önemli not: 1969’da Türkiye’yi böyle kurtarmıştık. Şimdi DTP’yi kapatarak ne zaman kurtarıyoruz?