Baskın Oran

Hangisi hükümet, Başbuğ mu Erdoğan mı?

Hangisi hükümet, Başbuğ mu Erdoğan mı
Hangisi hükümet, Başbuğ mu Erdoğan mı

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ (solda). Başbakan Recep Tayyip Erdoğan.

Yıllardır ben ve kimi arkadaşlarım, AKP’yi eleştirmemek yoluyla desteklemekle itham ediliyoruz. Bu ithamcılar şu çok basit gerçeği idrake hiç yanaşmadılar: Bunun AKP’yi desteklemekle zerre kadar ilgisi yok. İki şeyle var: 1) Özgürlükleri ve hakları kim desteklerse biz de onu o oranda destekleriz. 2) Kim kösteklerse, biz de ona yükleniriz. Bu kadar basit.

Böyle bir laiklik anlayışı

AKP’yi eleştirenlerin temel noktası olan laiklik, bizim gibi ülkelerde dünya işlerine karışmasını engellemek için din’in kontrol altında tutulması demektir ve bu normaldir. Aksi halde toplumun dinsel ortamdan sıyrılarak uygarlaşması/sivilleşmesi yani sekülerleşme mümkün olmaz. Oysa bizimkilerin laiklik uygulaması dincilik ve üstelik şiddet üretiyor. İki sebeple:

a) Devlet laiklik adı altında Sünnicilik yapıyor. Gayrimüslimlere olduğu gibi Alevilere de kesinlikle müdahaleci ve ayrımcı. Bunun sonucu Alevilik, modernleşmeyle birlikte bir kültür rengine dönüşeceğine, insanların inatla tutunduğu bir dinsel kimlik oldu çıktı. Görmüyor musunuz, “Cemevlerimizden size ne? Bizi rahat bırakın” demek yerine cemevlerinin de cami statüsünden yararlanması, Diyanet’in kaldırılmasını istemek yerine Diyanet’e girme talepleri başladı. Bunun sonucunda toplumdaki Sünni-Alevi fayı derinleşiyor.

b) Laiklik uygulaması artık “aydın tahakkümü”nü devam ettirmekten ibaret bir hale geldiği için İslamcı zihniyeti ayakta tutuyor. Görmüyor musunuz, üniversite gibi yerde kızların saçına-başına karışmak sadece direnci artırdı ve örgütlü hale soktu. Bunun sonucunda toplumdaki İslamcı-laik fayı derinleşiyor.

Bu iki durumun bir üçüncüsüyle ne kadar ürkütücü bir paralellik taşıdığı dikkatinizi çekti mi?

Aynen; devletin ezberci Kürt politikalarının Kürtlük bilincini ve PKK’yı ayakta tutması, yani Türk-Kürt fayını derinleştirmesi, bunun da askerlerin siviller üzerindeki tahakkümünü sürdürmeye yaraması gibi!

Asıl suçlu

Kaldı ki şimdi İslamcı çevre zenginleşiyormuş ve bir-iki kuşak sonra istemese de “burjuvalaşacak”mış, yapılan müdahaleler bu süreci sakatlıyor ve uzatıyormuş, “Yukarıdan devrim” bir kez yapılırmış (1923) ve iç dinamikleri harekete geçirdikten sonrası artık zaman meselesiymiş, zırt-pırt müdahale yani “toplum mühendisliği”ne devam etmek kendini aydın sananların mastürbasyonuymuş, kimin umurunda? Kim farkında ki buluğda mastürbasyon doğaldır ama dünyaya geldikten 85 yıl sonra hâlâ yapılırsa patolojiktir.

Biz bunları çok iyi bildiğimiz için oklarımızı asıl odağa, yasaklayıcı zihniyete, 1930’ların monizmine takılıp kalmışlara, özgürlükçü gelişmeyi insanların üzerine Sevr Paranoyası spreyi sıkarak engellemeye çalışanlara çevirdik. AKP’yi falan desteklemedik.

Sanırım durum netleşti. Eğer iyi anlatabildiysem, AKP’nin 1) Özgürlükleri ve hakları, 2) Sivilleşmeyi desteklediği sürece yaptığı kimi saçmalıklara-aşırılıklara fazla itirazım yok. Bazı otellerde kaçlı-göçlü yüzme havuzları, kendi aralarında düzenledikleri toplantılarda veya tiyatrolarda harem-selamlık uygulaması (Milliyet, 31.03.08), Polatlı ve Soma liseleri edebiyat öğretmenlerinin hasta raporu alarak hacca gitmeleri (Radikal, 28.12.07; bir başkası raporla Venedik’e gidebilirdi ve sanırım sinirlenmezdik), Karabük’te keneden ölen kadının cenazesinde imamın “Dünyada fuhuş arttıkça bu tür belalar bize musallat olur” (M, 01.06.08) demesi, Manavgat müftüsünün “Bikinili kadınla göz göze gelmek orucu bozmaz ama sevabını azaltır” demesi (Radikal, 14.09.08) vs. vs.

Sonun başlangıcı

1 Mayıs’ta yaptığı rezalet üzerine sıtkım zaten sıyrılmıştı ama, iki durum birleşince benim için AKP yolun sonuna başlamıştır:

1) Din için devleti kullanması. Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Hakan Yılmaz özetle şöyle diyor: Laiklik devletin bir niteliğidir; doğru. Fakat son yıllarda bazı kamu görevlileri hizmet sunarken vatandaşın dinsel kurallara uymasını şart koşuyor. Burada laiklik artık devletin bir kuralı/politikası olmanın ötesinde bir “yurttaşlık hakkı” haline geliyor (Ruşen Çakır, Vatan, 18.06.08).

Örnek sürüyle. Belediye sınırları içinde içki sunan lokantaları ve hatta lokalleri kent dışındaki “kırmızı sokak”lara sürmesi (Milliyet 09.02.08, Radikal 14.02.08, 09.04.08), içki satan büfeleri icabında dayakla yıldırarak kapanmaya zorlaması (Taraf, 19.08.08, Radikal 21 ve 27.08.08). Dahası, AKP’li belediyelerin işlettiği yerlerde dinsel nedenlerle içki servisini yasaklaması (Radikal 04.01.08, 23.08.08). Hatta, TBMM’ye bağlı Yıldız Sarayı içinde Boğaz’a nazır Porselen Restoran’daki içki yasağı (Radikal, 04.04.08, 10 ve 12.07.08).

Ama benim için asıl vahim olan bunun AKP’liler tarafından nasıl rasyonalize edildiği. Orta Anadolu’da Allah’ın unuttuğu bir kasabadan bahsetmiyoruz. İstanbul Büyükşehir Belediyesi AKP Grup Başkan Vekili Hüseyin Evliyaoğlu’nu dinleyelim: “Belediyenin sosyal tesislerine 14 yıl önce tek bir vatandaş giremezdi. Bu tesislerde vatandaşın yüzüne bakılmazdı. Şimdi vatandaş bu tesislere girip gücünün yettiği kadar yiyip içebiliyor. Diyorlar ki alkol satılmıyor. Satmıyoruz, ne olacak? Sen bir defa adam gibi bu yapılanı konuşmadın ki bu soruyu sormaya hakkın olsun. Ben özgürlükten yanayım ama bu özgürlük, vatandaşın kendi mülküne girmesi, benim için diğer özgürlükten çok daha önemli.” (Milliyet, 16.07.08).

Adamın kullandığı “vatandaş”, “eleştiri” ve “özgürlük” tanımlarına bakar mısınız? Tabii ki bir sınıf hasedi hatta nefreti buram buram ama, üçü için de ortak şart: Başı kapalı cinsten olmak. Bu literatüre girer.

Oha diyorsunuz ama bir düşünüyorsunuz ki üzüm üzüme baka baka kararmış. Devletin laik olmasını şart koştuğu birey şimdi devlet görevlisi olunca vatandaştan dinci olmasını şart koşuyor. Burada da, Allah kahretsin, ürkütücü bir paralellik var. Bugüne kadar oklarımızı nereye niçin yönelttik, şimdi anlıyor musunuz?

Bu durum tabii ki hepimizi çok rahatsız ediyordu. Fakat AKP şimdiye kadar elinde silah olup da politika yapanlara karşı çıkan tek partiydi.

2) Sivilleşmeyi sağlamak yerine askerle kol kola girmesi. Türkiye’nin en sağlıklı seslerinden Genç Siviller’in “Muhtıracısına âşık olan başbakan” başlıklı 18 Ekim bildirisini dinleyelim:

‘Nokta Dergisi’nin kapatılmasına varan linç kampanyasına destek verdi, yaranamadı. Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın işinin bitirilmesine göz yumdu, yaranamadı. Sınırötesi operasyonla ilgili muhalefet partilerini azarlayan Paşa’dan yana tavır koydu, yaranamadı. Şansını son olarak da parmağını sallaya sallaya güpegündüz Taraf’a karşı tehditler savuran Genelkurmay Başkanı’na tam destek vererek denedi. Ne fayda ki yine yaranabileceğini sanmıyoruz’. Bal gibi, işkencecisine âşık olmayı anlatan “Stockholm Sendromu”ndan bahsediyor.

Tabii ki Nokta ve Şemdinli durumları hepimizi çok rahatsız etmişti. Fakat dedim ya, korkudan nutku tutulmak diye bir şeyi anlayabiliyorduk.

Son seferde Başbakan’ın nutku falan tutulmadı. Nutuk verdi. Genelkurmay’ın aradan üç gün geçtikten sonra “orası değil ki!” dediği Taraf fotoğrafları için ‘ölçüsüz ve önyargılı kampanya yürütmek’ buyurdu. Ve şöyle bitirebildi: “Açık söylüyorum, biz haklıyız ve doğru yerdeyiz. Gerisini yanlış yerde duranlar düşünsün” (Radikal, 17.10.08).

Yapması gereken şey

Oysa, beş kere baskın yemiş bir karakolda halk çocukları ölürken golf oynayanlar hakkında Genelkurmay Askerî Savcılığı’na soruşturma emri vermesini Genelkurmay Başkanı’ndan talep etmeliydi.

Başbuğ bunu yapmazsa veya yapar da oradan bir şey çıkmazsa, 926 s. TSK Personel Kanunu’nun 49. maddesinin (i) bendi ve Subay Atama Yönetmeliği’nin 13. maddesi uyarınca o kuvvet komutanının görevden alınmasını teklif etmesini istemeliydi.

Bu teklif de gelmezse, yine 49. maddenin (h) bendi uyarınca, Bakanlar Kurulu’nun teklifi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından Genelkurmay Başkanı başka bir göreve atanmalı veya emekli edilmeliydi.

Yapamaz diyorsanız, o zaman hakikaten herkes yerini bilsin.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı