Adım adım haritada yerimizi bulalım.
1) AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan her şeyi ama her şeyi kendi kararına bağlamak zorunda. (Şimdi bunun sebebine girmeyelim ve hem fıtratı böyle, hem de 2013 sonundan beri bu iş böyle deyip bırakalım).
Bunun içindir ki, Anayasa’yı temelden değiştiren 16 Nisan 2017 referandumunu yaparak Parlamenter Sistemi kaldırdı ve yerine TBMM’yi çocuk parkı haline getirecek bir Başkanlık Sistemi koydu. Şimdi de, AKP+MHP için % 100 garantili bir Seçim İttifakı Kanunu çıkarmış bulunuyor.
Bu arada TBMM, bu yeni anayasal düzeni yasalara uygulamak, yani kendi kendini ortadan kaldırmak için sabahlara kadar çalışıyor…
* * *
2) Bu Tek Adam hedefine varmak için Erdoğan’ın kullandığı yöntemler devedişi boyutunda problemler çıkarmakta:
Birincisi, yandaşlarını etrafında kenetlemek için uyguladığı içeride ve dışarıda sürekli gerginlik yaratma politikası gerek mantık gerekse pratik açısından sürdürülebilir şey değil.
İçeride düşman çoğaltmanın yanı sıra AKP’yi de “metal yorgunluğu”na uğratıyor ve sadece inşaatla yaşamaya çabalayan ekonomiyi çökertiyor. Moody’s gibi uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları Türkiye’nin notunu kırınca da çözüm hazır: BDDK, yerli ve milli bir kredi derecelendirme kuruluşunun yolda olduğunu ilan etti.
Dışarıda, K. Suriye’ye girmek mümkün ama orada kalmak mümkün değil. “Gerçek sahibine bırakacağız” demekle de olmaz çünkü hemen “Sahibi kim?” diye sorarlar. Üstelik, fî tarihinden beri gerilla yöntemine alışık Kürtlerin yaşadığı bir toprağın “Türklerin Vietnamı” olacağı lafı hiç hafife alınacak gibi değil.
AB üyesi Yunanistan’la durup dururken didişmenin nafileliğinden ise hiç söz etmiyorum.
İkincisi, bütün bunların sonucunda Erdoğan’a cumhurbaşkanlığı için gerekli % 51’in fevkalade zor hale geldiği kamuoyu araştırmalarında ortaya çıktı. Bu yüzdendir ki, kendisine karşı 2014 seçimlerinde CHP’yle anlaşarak Ekmeleddin İhsanoğlu’nu çatı adayı çıkarmış olan D. Bahçeli’yle koalisyon yapmaya mecbur kaldı. Kalınca, MHP bölündü, AKP teşkilatı daha da huysuzlaştı.
Üçüncüsü, ülkenin her alanında huzursuzluk devamlı yükseliyor. Şeker pancarı üreticilerinden tutun, şoförlerin yakıp yıkma tehditlerinden geçerek, Gazi Üniversitesi önünde el ele tutuşanlara saldırılara kadar, ne ararsanız. Hiçbir ülke böyle gidemez.
* * *
3) Erdoğan 2013’ten bu yana en büyük desteği, İslam’ı istismar eden İslamcılar takımından aldı. Karşılığında, gerek AKP iktidarı gerekse Diyanet bunları bin türlü şımarttı. O kadar ki, bu kesim sonunda tam bir azgınlık geliştirdi.
Geçen hafta listelediğim bu İslam’ı istismar kaosunun fiyatı iktidar için yüksek oldu. Ahlaksızlıklar kamuoyunun diline düştü. Bu durumda Erdoğan bir dizi acayip girişim başlatmak zorunda kaldı.
Önce, bu rezaletlerin yayınını engellemeye girişti. Olmadı, Kadınlar Günü’nden yararlanarak şöyle dedi: “Bunlar, İslam’ın güncellenmesi gerektiğini bilmeyecek kadar aciz. İslam’ı 14-15 asır öncesi hükümleriyle bugün uygulayamazsınız“.
Bunu söylerken ikircikliydi: “Şimdi birçok hocaefendi beni tefe koyup çalacak”. Nitekim tahmini çıktı. İlk tefi, Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü (yani, yurt dışında olduğu için kendini güvencede sayan) Prof. Ahmet Akgündüz çaldı: “Muhterem Cumhurbaşkanım! Haddinizi aşarak şer’î meselelerde fikir beyan etmeyiniz”.
Sayın profesör bunu Türkiye’de söyleseydi, savcılarımız bu “haddini aşma”yı cumhurbaşkanına hakaret olarak alır, yargıçlarımız TCK Md. 299’dan kendisine derhal “1 yıldan 4 yıla hapis” verirlerdi. Ama çok pardon, bunu hemen geri alıyorum, ben bu ilahiyatçıyı bi an için demokrat, solcu, Kürt, hani o takımdan olanlarla karıştırdım…
Neticede Erdoğan hemen yüzgeri etti: “Dinde reform haddimize mi?”. Öyle ki, bu sefer de basında “Windows bu kadar hızlı güncellenmiyor”lar başladı.
***
4) Bu durumda Erdoğan, ucuz çareyi dış politikada buldu. Zaten dış politika başarımızın ölçütü olarak, öldürülen YPG’li Kürtlerin (pardon, etkisiz hale getirilen teröristlerin) sayısını kullanıyor ve şöyle diyordu: “Az önce son rakamı aldım. Şu anda 2.960 ve inşallah bu akşama kadar 3.000’i geçecek”. Şu anda (Çarşamba gecesi saat 23.30’da) 3.486.
Tabii, bunu diyebilmek için “terörist” dediklerini insandan saymamak gerekiyor. Ama o zaman da başka sorun çıkıyor: Erdoğan “Biz yaradılanı yaradandan ötürü severiz ey Kemal!” demişti.
Diğer yandan, demek ki insan yaşadıkça İnşallah’ın böyle de kullanılabileceğini öğreniyor. Yine, tabii, bu konuda Başbakan B. Yıldırım’ın kulağını çekmek lazım çünkü şöyle dedi: “Bir insanın ölümüne sevinmek ilkel kalmış ruhun tezahürüdür”).
Ardından Erdoğan, “ihtiyaç sahibi ülkelere”, kendindeki ekonomik krize bakmayıp son iki yıl içinde 14,5 milyar dolar yardım yapmış bir ülkenin cumhurbaşkanı sıfatıyla İMF’ye seslendi: “Türkiye’yi yönetecek birisi varsa o da benim; sen sadece paranı al“.
Sonra, NATO’ya girişti: “Suriye’de bu olaylar yaşanırken, ey NATO, sen ne zaman olacak da gelip bizim yanımızda yer alacaksın?” Rahattı, çünkü NATO Antlaşması Md. 5’e göre örgütün bir üyenin yardımına gelmesi için o üyenin silahlı saldırıya uğraması gerektiğini dinleyicilerden bilen eden bulunmamaktaydı.
Yunanistan’a döndü, “Sakarya meydan muharebesinde salamura olmaktan nasıl kurtulduklarını iyi öğrensinler” dedi.
“İslam’da reform” söyleminin tam aksine, bu yöntemin bir fiyatı yoktu.
Tabii, Arap ellerinde yitirdiğimiz halk çocukları istisna edilirse.
Ama onlar da şehit idiler, şehitler ölmezdi…
* * *
Zaten son noktayı da çok sembolik bir biçimde koydu: Mersin’de “Tek millet, tek bayrak, tek devlet, tek vatan” dediği anda, sağ eliyle Bozkurt işareti yaptı. Sol elinde mikrofon olmasaydı, birilerini hatırlatır biçimde onunla da Rabia işareti yapabilirdi. AKP sözcüsünün izahatı ise fantastik oldu: “Rabia sayıyordu, kadraja öyle girdi”.
Şimdi haritanın bu noktasındayız. İzlemeye devam.