Baskın Oran

Adam gibi adam Rafi kardeşime ağıt

Adam gibi adam Rafi kardeşime ağıt

Adam gibi adam Rafi kardeşime ağıt

Bu yaşıma geldim, tevellüt 1945, derhal ölmesini gönülden dilediğim 2 insan oldu.

İlki, beni annesiyle evlendiren canım oğlumuz Hasan idi (d. 1974).

İki sene önceydi, beyin ameliyatını yapan doktor on beş gün çabaladıktan sonra, “Yaşayabilir, ama bir et yığını de kalabilir elimizde” dediği an diledim bunu. Hasan’ın nasıl bir delikanlı olduğunu bilenler anlayabilir ancak.

İkincisi, haftada en az bir defa Melbourne’de Skype’tan konuştuğumuz canım kardeşim Rafi (d. 1948) için bikaç gün önce diledim bunu. Üç çocuğu adına benimle sürekli temas eden büyük oğlu Aret arayıp o olayı haber verdiği o an.

Yalnız, bunu anlatmak için konuyu biraz başından almam lazım.

***

Yıl 2002. Avustralya’nın yetmiş küsur dilde yayın yapan devlet radyo ve tv’sinden benim hafta-aşırı raporlarımı dinleyen Türkiyeliler Sydney ve Melbourne’e davet etmişler.

Giderken, Feyhan’ın kuzeni ve benim enseye tokat dostum Ahmet diyor ki, “Adam gibi bir adam tanımak istiyorsan, orada benim Ermeni dostum Rıfat’ı bulacaksın.”

O bizi buluyor. Sabahın köründe Melbourne havalimanında karşılıyor. Orada kaldığımızın her sabahı, kaçta kalkarsak kalkalım, Rıfat otelin kapısında. “Bişeye ihtiyacınız olursa diye…” diyor. İnanılır gibi değil.

Sonradan başkalarından öğreniyoruz, biz varmadan bir hafta önceden itibaren sabahın körlerinde başlamış telefon etmeye ora Ermenilerine, “Baskın Oran geliyor, siz hâlâ uyuyor musunuz!”

Daha havaalanındayken sordum, senin asıl adın ne yahu, dedim. “Rafael, hocam; Rafi de derler” diyor.

Beni yeni tanıyor diye bu isim meselesini ayrıntılandırmıyor olabilir ama, Agos’un o zamanki yönetmeni Rober Koptaş’a açılacak 2012’de:

“Ortaokul ikide İbrahim Gobi diye bir hoca vardı. Adımı öğrendikten sonra okulu bırakana kadar enseme çöker, ‘Dürzü!’ diye yüzümü sıraya sürterdi. Ben de okulu bıraktım. Bütün tahsilim bu. Gınkahayr’ımın [vaftiz babamın] yanına kolonyacı çırağı girdim. Dedi, senin ismin pazarda böyle söylenmez, sana Rıfat diyelim, ismim öyle kaldı.

***

Kalıyor da, çare olmuyor.

“İlkokulda sırayla sayıyor Nermin Hoca, 282 Erol, kalk oğlum diyor, baban kim, ne iş yapar? Selahattin, Şekerspor’un başkanı. Arkasından, 283 Ra-Ra-Ra-fael Demircan, kalktık ayağa. Bu ne ismi? Ermeniyim. Nereden geldiniz? Nereden geldik bilmiyorum ki, çocuğum, cahilim. Babanın adı ne? Tatyos. Bütün çocuklar başlıyor: Rafa! Rafa! Tatyos!”

Ulus’ta vaftiz babasının yanında çırak, Ramazan ayı gelmiş, dükkanlar iftar zamanı kapatıyor. Bunlar kapatmayınca, “Oruç tutmazlar bişey yapmazlar. Herkesin dükkanı kapalı, gavuroğlu parayı götürüyor!”

68’de askere gidiyor. “Koğuşçu onbaşı Antepli Yaşar sordu: İsmin ne? Diyorum, Rafael. Tekrar, ismin ne, Rafael deyince bi tane destekli geçirdi. Yerden kalktım, ağzımı oynatamıyorum. Meğer çenemiz kırılmış. Ondan sonra geç de olsa, bir torpilim vardı, Ankara’ya gönderildim, hava değişimi alıp bitirdim.”

Bu gibi neler.

***

Ama hiçbir zaman ne Ermeniliğini saklıyor, ne de kendini ezdiriyor; zaten horoz gibi bir oğlan. Mesela ilkokulda alay eden öğrencilerin tümüne o ilk dersin teneffüsünde girişiyor, önlük-yaka dağılmacasına ve dağıtmacasına.

Ramazan olayında, patronuna “gavuroğlu” diyen Bulgaristan muhacirine “Sen de Bulgar tohumusun!” diyor. “Sandalyeyi aldığı gibi attı kafama. Patırtı, gürültü, birden elli kişi oldular orada. Ermeni diye çullandılar üstüme; daha çocuğum halbuki.”

Diğer yandan, bardağın hep dolu tarafını görmeye programlanmış bir kişiliği var. Mesela bu son olay hakkında: “Bir üsteğmen kurtardı beni kalabalığın elinden. ‘Bende Ermenilerin çok emeği vardır’ dedi. Yani böyle bir dünya, elli kişi seni linç etmeye çalışıyor, biri seni kurtarıyor.”

***

Rafi safkan bir Ankara Keçiören çocuğu. Çoğu Ankaralı Ermeni gibi o da Türkçeden başka lisan bilmiyor ve en önemlisi, babasından miras, Gençlerbirliği dedin mi çıldırıyor.

“Gençlerbirliği var Ankara’da, babam da hastası, hem nasıl hastası. Ben zaten girdiğimden beri üye kayıt kurulundaydım. Yönetime girmezdim ismimi kimse görmesin diye, R. Demircan diye geçerdi kayıtlarda adım.”

Tam Cebeci Stadı’nın tahta köprünün çıkış yerinde tuhafiyeci açmış, bizim Mülkiye’ye taş çatlasa üç yüz metre, işleri iyiyken oyunculara cepten prim dağıtıyor maç kazanılınca. Takım da onu “uğurlu” biliyor, her deplasmana mutlaka gelsin istiyor. En büyük öğünmesi de şu:

“Git, beni Ankara’da Gençlerbirliği camiasından, Cebeci Cumhuriyet fırınından, Keçiören’deki Mecidiye durağından bi sor, herkes Baba Rıfat der başka bişey demez”.

Ama söylüyor ya, yönetime girmiyor ismini görmesinler, takıma sorun çıkmasın diye. Futbolcuların yanında, kulübede oturuyor hep. Kulağına gelecek şekilde laf çarpmalar: “Bu Ermeni hep böyle takımın başında mı çıkacak!”

Takım mahalli ligden kurtulup da tamamen amatör çabalarla selamete erdikten sonra patlak veriyor asıl tepkiler: “Takım 1. Lige çıkınca benim Ermeniliğim göze batmaya başladı. 85’teki kupadan sonra dışlandığımı hissettim. Gitmedim bir daha… Sonra da kendimizi Avustralya’da bulduk.”

***

Avustralya’ya gidiş şöyle oluyor:

“Takımda, Ermeni olduğumu bilen iki kere seviyor, bunun farkındayım; ama güzel hocam, senin Agos’ta yazdığın travma yılları geldi çattı. Asalası bitiyor Pekakası başlıyor. Cebeci’nin Baba Rıfat’ı en ufak fırsatta Müsü Rafael yapılıyor. Bunu yaşamayan bilmez. Pişkin, kalender, yırtık olmama rağmen dayanamadım ve çocuklarım ne olacaklar diye çok geceler düşündüm ve onlar için buraya geldim”.

“Çocuklarım için”in anlamı: Çocuklarını zorla din dersine sokuyorlar Ankara’da okulda. Rafi’nin dinle filan ilişkisi yok, ama kimlikle var. 1988’de 40 yaşındayken eşi Asgik (32), oğulları Aret (16), Arev (15) ve kızları Selin’i (10) alıyor, arkasında “binlerce akraba, arkadaş, hatıra bırakarak ağlaya zırlaya” Avustralya’ya göç ediyor.

***

Geldiklerinin on beşinci gününde işsizlik sigortasından haftada 500 Avustralya doları bağlıyor devlet:

“Güzel hocam, hepimiz çok memnunuz. Ama ben alışamadım buraya. Gözüm arkada. Bir Keçiören görüyorum, bir Cebeci. Ancak Türkiye’ye ara sıra gidip gelirsem oturabilirim burada, diyorum”.

Ne gidip gelmesi? Asgik Hanım’da mide ağrıları başlamış. Kanser. “Geleli on sekiz ay olmuş. Dünyalar başıma yıkıldı. Dil yok, yol bilmem. Dayan Rafi; Allah’ın kollamadığını peygamber sopayla kovalarmış dedik, kolları sıvadık”.

Asgik’i hastaneye yatırıyorlar. Altı saatlik ameliyat sonunda midesinin beşte dördü alınıyor. Mide yeniden oluşsun diye Rafi ona günde sekiz defa azar azar yediriyor.

Bedava devlet lojmanı sıraları gelmiş, tam da Asgik kilo almaya başlamış derken, “Kontrole gitmişiz, doktor bizim hanımın karnına elini bastırdı, adamın suratı buruştu. Şimdi yandık. On kiloluk uru aldılar, eve çıkardık, ama aklını kaybetti. Kimseyi tanımaz. Yemek yemez, su içmez, teskin edici ilaçlar fayda etmez. Sabah çocukları okula götürürken beni bırakmayın diye ağlar. Evden çıkaramam. Çocukların yemeği, çamaşırı, bulaşığı; bende uyku kalmadı, titriyorum. Çocuklar da başlar ağlamaya.”

Üçüncü ameliyatta Asgik Hanım’ın gözleri fırlıyor. Dördüncüden sonra felç geliyor, altını tutamaz oluyor.

O sırada Rafi de sancılanmakta. Kalın bağırsağından sürüyle polip alınıyor. Derken, Asgik ”22 Aralık 1992 öğlen saat 1’de” gözlerini yumuyor.

“Burada papazlıktan kovulma Türkiyeli bir papaz var, bütün paralarını yarışta yemiş, boynuma sarıldı, Rafi dedi, Asgik’in bu dünyada işi bitmiş, o artık Allah’a lazım, dedi. Asıl bana lazımdı, bize lazımdı be, dedim. Öyle değil mi güzel hocam?”

***

Aradan az bi zaman geçiyor, memurlar dayanıyor kapıya: “Çocukların bakımını devlet üstleniyor, sizden alıyoruz”. Rafi bunları kendi tabiriyle “derhal siktir” ediyor. Kovalıyor. “Yakın kontrolde olacağız” deyip çekiliyorlar.

Bi süre sonra yine geliyorlar, ne deseler beğenirsiniz? “Sizi emekli ettik, emekli maaşı bağladık, çocuklara çok iyi bakıyorsunuz”. Oysa tek bir gün çalışmamış orada. Doktor kadın % 95 çalışamaz raporu vermiş.

***

Çocuklar büyümeye başlamış, işler rutine girmekte, fakat meşguliyet azalınca Rafi kurtlanıyor.

“O zaman hocam, ben tozuttum. Mümkün değil duramayacağım. Türkiye’yi arkadaşları aradım, ben geliyorum dedim. Oğlanlar biz Selin’e bakarız, git baba dediler. 93’ün altıncı ayında Türkiye’ye indim. Sivas olaylarıyla aynı gün. Her gün telefon açıyorum çocuklara. Birinci gün iyiyiz, ikinci gün iyiyiz, üçüncü gün Selin ağlıyor dediler.”

İlk uçakla dönüyor. “Çocuklarım havaalanında karşıladılar ki, yüzleri gözümün önünden hiç gitmez.”

***

Artık oğlanlar evlenebilecek yaşa gelmiş. Selin lisede. Rafi tam bir Engürülü:

“Bi akşamüstü Selin’i almaya okula gittim, bi baktım kucağında kocaman bir buket kırmızı gül, yanında oyuncak bir beyaz ayı. Bu ne kızım dedim, abilerim akşama söyleyecek baba, dedi. Akşam oğlanlar dediler baba, Albert var ya, eee var, işte dediler o Selin’e arkadaşlık teklif ediyor senden izin istiyor.

“Ulan Selin daha 17 yaşında yok be. Ben arkadaş falan tanımam! Neyse, Albert geldi, bizim şimdiki damat, Kayserili. Gel lan, ne iş yaparsın? Diş doktoru abimin yanında diş teknisyeniyim. İyi, zaten benim ön dişler takma, sallanıyorlar. Anan baban biliyorlar mı, gördüler mi, gördüler. Nerede gördüler? Orada burada, plajda. Güzel hocam, adamlar Kayserili; kızımı yarı çıplak görüp öyle karar vermişler!

“Albert’e git lan babanı gönder dedim. Babası önce bi naz yaptı, hemen bi siktir çektim, uçtu gitti. Hemen sözünü kestik 97’nin dördüncü günü. Arkasından büyük oğlanın düğününü 24 Mayıs 97’de, küçüğünkini 8 Haziran 97’de yaptık. Düğünler çok güzel oldu. Herhalde millet çok içmişti, salya sümük ağlayıp bizi de ağlattılar.

“Selin’im de liseyi bitirince 10 Mayıs 98’de onu da nişanladım. Arkasından düğününü yaptık. Bu arada 8 Ocak 2000’de ilk torunum Cesinta doğdu. Göbek adı da Ermenice galiba. Aret’le Arev’e de bir altın zincir atölyesi açtık hiç sermayesiz, biraz da borçla. Hiç ummadığımız kadar iş oldu, çok sevindik tabii.

***

Fakat Rafi yine kurtlanıyor:

“Benim yine Türkiyem geldi, ama göndermiyorlar. Aman baba, hele dur. Burada onların çok işine yarıyorum. Bir de ikinci torunum oldu 15 Aralık 2000’de, Olivia. Onun da göbek adı Ermenice galiba. Güzel hocam, Allah’tan bir şey isterdim: Ben konuşamadım, çocuklarım konuşamadı, bari torunlarım Ermenice konuşsun dedim. Vallahi İngilizce, Ermenice, Türkçe üç dil konuşuyorlar.”

Torunlar içini açıyor Rafi’nin, ama aklı memlekette. Benim ardımdan Hrant da oraya gitmiş, artık mest olmuş bizimki, 2006’da reziller Hrant’ın “zehirli kan” yazısını utanmadan çarpıtıp çapraz ateş açtıklarında Cumhurbaşkanı Sezer’e arzuhal döşeniyor:

“Sayın Cumhurbaşkanım, Hrant Dink Türkiye’nin, Ermenistan’ın, insanların yan yana iyi yaşamasını isteyen, bu yolda çalışan, didinen bir aydındır. Hrant Dink’i düşman ilan edenler Türkiye’nin düşmanlarıdır. Türkiye’ye asırlardır zarar verenlerdir.”

***

Sonunda Rafi dayanamıyor, atlayıp geliyor. Esenboğa’da Gençlerbirliği’nden koca bir heyet tarafından karşılanıyor. Sonra gelip Bodrum’da bizi ve Ahmet’i buluyor.

Bahçedeki bungalovda misafir etmek istiyoruz, gidip Ahmet’te kalıyor çünkü iki Ankara serserisi karşılıklı oturup bekarlık anılarını yad ederken zincirleme sigara tüttürecekler; ikisi de hastası sigaranın.

Sonradan öğreneceğiz, “Geride kalan, ilk gidenin mezarına bir paket sigara bıraksın!” diye kavilleşmişler; o derece yani.

***

Fakat döndükten sonra içine kapanmaya başlıyor Rafi. Artık çok meraklısı olduğu at yarışlarına da gitmiyor. Tek meşgalesi Facebook’tan yazışmak. Bağırsaklardan devamlı polip aldırmak yüzünden Türkiye’ye de gelemiyor; sürekli bakım, doktor, ilaç… Hâlâ Türkçeden başka lisan bilmediği için oradaki ilişkileri de sınırlı.

Sanki işlevini bitirmiş, hayatta sanki artık fazlaymış gibi bir ruh haleti içine girdiğini sanıyorum. Skype konuşmalarımız çok seyrekleşti. Cevap vermeyince, uyuyor farz ediyorum; zaten aramızda 7 saat var.

***

Ve günlerden bigün Aret arıyor: “Hocam, babamı arıyorum arıyorum, iki gün telefon açılmayınca gittim, yerde yatıyor sırtüstü. Evde ne kadar ilaç varsa içmiş. Hemen hastaneye kaldırdık. Ama uzun süre yatıp kalınca sırtında ve bacaklarında yaralar açılmış …”

***

Uzatmak istemiyorum, zaten bunları yazarken çok kötüyüm, hastaneden çıkınca çocukları Rafi’yi tam teşekküllü, bir resmî huzurevine yatırıyorlar çünkü onların yanında kalmak istemiyor.

Yaralardan belindekinin derinliği on santim. Acı veriyor Rafi’ye. Artık tekerlekli sandalyede. Kalkıp yürümediği için de bacakları gittikçe zayıflıyor, yapabilse de yürümek istemiyor. Bahçeye tekerlekliyle sabah akşam çıkıp sigara tüttürüyor.

Bu arada Skype sohbetlerimiz bi süre sonra yine başlıyor şükür. Ama eski sıklığı ve tadı katiyen yok. Sanki beni mutlu etmek için açıyor aleti, konuşuyor. Bazen hiç açmıyor. Akıllı telefonu olsa Whatsapp’tan arayacağım ama istemiyormuş, beceremem diyormuş. Aret’i arıyorum, “Tamam hocam, ben yanına gittiğimde benim telefondan ararız” diyor.

Diyor ama, şunu da diyor: “Haftanın dört günü gidiyorum, fakat yarım saatten fazlasını istemiyor. Artık git, diyor. Telefon ettiğimiz zaman, hadi kapatın artık diyor.”

Ah, nasıl iyi anlıyorum canım kardeşimi. Ben 71’de cezaevindeyken ziyaretçilerin uzun kalması huzursuz ederdi. Konuşacak şey biterdi. Artık gitsinler isterdim.

***

Ağustos’ta bi aradığımda Aret diyor ki, “Babam aslında bayağı kuvvetli. Sadece, kendine yakıştıramıyor bu halini.”

Ona özgüven getirecek bişeyler yapmamız lazım, diyorum. “Bu biraz zor işte. Hiç bişey yapmak istemiyor” diyor.

Diyorum ki, yaraları iyileşse de bi Türkiye turu yapsa? “Onu yaraları durdurmuyor ki. Tekerlekli sandalyeyle orada sizlere yük olacağı düşüncesi durduruyor. Bakalım hocam. Yakında at yarışlarında Melbourne kupası var. Yaz geliyor, babama da belki biraz moral gelir…”

İlave ediyor: “Her ‘Yeter artık bıktım’ dediğinde ben ‘Sensiz ne yaparım’ diyordum, sonradan böyle dememeye başladı, iyiye gidiyor herhalde…”

***

Ve, geçen haftanın başında Aret’ten bir telefon:

“Hocam, tatsız bir haber vereceğim. Babam Gençlerbirliği-Trabzonspor maçını izlemek için kalkıyor, burada sabahın 03’ü, sandalyesiyle bahçeye çıkıyor, yine sigara yakıyor, beklerken uyuya kalıyor, sigara bacaklarının arasında düşüyor, naylon giysi alev alıyor, elleriyle söndürmeye çalışırken kolları da tutuşuyor, bacak ve kolları kaslara kadar yanıyor. Hemen hastaneye kaldırdık, ameliyata aldılar. Doktorlar umutlu, ama yanıklar üçüncü derece.”

Zaten yaşamak istemeyen benim canım kardeşim bir de cayır cayır yanıyor. Ben nasıl istemeyeyim derhal ölmesini?

***

Çocukları durumu saati saatine rapor ediyor bana. Ben de Ahmet’e.

Geçtiğimiz 19 Perşembe günü gelen telefon canım kardeşimin acılarının dindiğini bildiriyor:

Hocam, başımız sağolsun, nur içinde yatsın.”

***

Ahmet de perişan, ama derdi başka, diyor ki: “Cenaze kalktı mı? Bilgin var mı? Rıfat ile birbirimize sözümüz vardı, geride kalan mezara bir paket sigara bırakacak diye. Senin fikrini alayım, bunu Aret’e söylesem mi?”

Yarabbi sen bana sabır ver. Sinirle diyorum: “Hah, söyle de, çocuk senin ananın avradının hatırını sorsun. Tabii, müeddep olduğu için, içinden…”

Önceki Yazı
Sonraki Yazı