Prof. Dr. Baskın Oran’a göre Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Osmanlı’dan bu yana Türkiye’yi en güvenli dönemine kavuşturdu. Oran, “Erdoğan, Biden’ı yumuşatmak için Montrö’yü ikram ediyor” diyor.
İslamcı, milliyetçi ve ulusalcı bir koalisyondan oluşan Türkiye’deki siyasi iktidarın Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni tartışmaya açması, sözleşmenin Türkiye’ye sağladığı devasa olanaklara bakınca inanılmaz gelebilir. Fakat ortada Kanal İstanbul gibi devasa bir rant projesi varken bu tartışma kaçınılmaz gibi görünüyor.
Peki mesele sadece bundan mı ibaret? Montrö tartışmalarının tarihsel ve güncel arka planında başka ne tür dinamikler yatıyor? 85 yıldır başta taraf devletler olmak üzere herkesin memnun olduğu, kimsenin gözden geçirilmesini talep etmediği Montrö’nün tartışmaya açılması, Türkiye’nin iç ve dış politikası açısından ne anlama geliyor? ABD ve Rusya bu meselenin neresinde duruyor? Montrö Sözleşmesi’nin Türkiye-Rusya ilişkileri açısından tarihsel önemi ve sözleşmenin tartışmaya açılmasının bu bakımdan anlamı nedir?
Türk dış politikasının tarihsel serüvenine en vakıf isimlerden, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler ve tarih alanlarında çalışanların önemli başvuru kaynaklarından biri olan üç ciltlik “Türk Dış Politikası” (İletişim Yayınları) kitaplarının da editörü Prof. Dr. Baskın Oran tüm dinamikleri göz önüne alarak Montrö Boğazlar Sözleşmesi tartışmalarını kaidesine yerleştiriyor…
Temmuz 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi, dönemin koşullarına göre Lozan Antlaşması’nın bir başka başarıyla taçlandırılması, hatta zafer olarak görülmüştü. Montrö, 1930’lar Türkiyesi için nasıl bir anlam taşıyordu?
O dönemde Montrö için söylenenler tamamen doğru. Üstelik bugün bunun daha da doğru olduğunu görüyoruz. Montrö, Türkiye’yi Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana en güvenli dönemine kavuşturdu. Çünkü gerek Osmanlı İmparatorluğu’nun gerekse Türkiye Cumhuriyeti’nin korktuğu bir tane devlet olmuştur. O da Sovyetler Birliği dönemi de dahil olmak üzere Rusya’dır. Montrö, 1718 Pasarofça Antlaşması’ndan bu yana Türkiye’nin tüylerini ürperten Rusya tehlikesini ortadan kaldırdı. Çünkü Rusya’yı da tatmin eden bir antlaşma oldu.
Nasıl yani?
Türkiye eğitim müfredatında hep “Rusların en büyük hedefi sıcak denizlere inmek” denir. Bu katiyen doğru değil. Rusya, Akdeniz’e inmek istemiyor. Çünkü Akdeniz’de İngiltere, Fransa, ABD gibi kendisinden çok daha güçlü ülkeler hâkim. Rusya’nın istediği, bu güçlü ülkelerin soğuk denizlere, yani Karadeniz’e çıkmaması. Montrö tam da bunu sağlayarak Rusya’yı, dolayısıyla da Türkiye’yi rahatlattı. Montrö sayesinde Ruslar kendini güvene aldığı için Türkiye’ye tehdit oluşturmamaya başladı.
85 YILDIR KİMSE MONTRÖ’YE İTİRAZ ETMEDİ, ÇÜNKÜ HERKES MEMNUN
O dönem Montrö’ye itiraz eden tek ülke Habeşistan’ı işgal eden İtalya. Bunun dışında Rusya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya ve küçük çekinceler haricinde İngiltere arasında uluslararası bir mutabakat oluşuyor. Bu ülkeler neden Boğazlar’ın kontrolünün Türkiye’ye geçişine evet diyor?
“Çünkü Montrö’nün imzalandığı 1936 yılında Birleşik Krallık (İngiltere) ve Fransa hâlâ umut etmek istiyorlardı ama II. Dünya Savaşı’na gidildiği epey belli olmuştu. En azından, böyle güçlü bir olasılık vardı. Daha sonra Birleşik Krallık, Fransa, İtalya ve Almanya arasında yapılan ve Çekoslovakya’nın Südet bölgesinin Almanya’ya verilmesini öngören 29 Eylül 1938 tarihli Münih Antlaşması’nı yaptılar. Dolayısıyla Batılı ülkeler Hitler’in iki cephede birden savaşmasına yol açmak için Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni (SSCB) Almanya’yla karşı karşıya getirmek istedi. SSCB de bu antlaşmadan emin olmak için Boğazlar konusunda güvende olmak istedi. Montrö’nün anlamı tam olarak budur. Yani Montrö ilk olarak SSCB’yi, ikinci olarak da Türkiye’yi rahatlattı. Çünkü Türkiye, SSCB gibi büyük bir komşuyu tehdit ederek yaşamaya devam edemez, onunla iyi geçinmesi gerekir. Coğrafya bunu gerektirir. Yerinden kalkıp başka yere gidemezsin, komşularını değiştiremezsin. Hele komşun Rusya gibi çok güçlüyse iki alternatifin var. Ya bu komşunun kafasına vuracaksın -ki Türkiye bunu 1950-60 arasında Soğuk Savaş döneminde elinde olmadan yapmaya çalıştı- ya da onunla iyi geçineceksin, onu tehdit etmeyeceksin. Montrö, Rusya’yı tehdit etmemek manasında Türkiye’nin güvenliğini sağladı. Ve unutmayalım ki, 1936 yılından bugüne tam 85 yıl geçti. Tek bir ülke de kalkıp Montrö’ye itiraz etmedi.
Neden?
Çünkü herkes memnun, ABD hariç.
13 yıllık bir ömrü olan Lozan Boğazlar Sözleşmesi nasıl bir düzen kuruyordu ki, SSCB ve Türkiye bundan rahatsız oldu ve Montrö gündeme geldi?
Türkiye, devlet olarak 24 Temmuz 1923 Lozan’da kuruldu. Lozan’dan üç ay sonra 29 Ekim 1923’te de Türkiye Cumhuriyeti rejimi kuruldu. Dolayısıyla Lozan, Türkiye’nin kurucu antlaşmasıdır. Bunun yanında Lozan dendiği zaman biz hep Lozan Barış Antlaşması’nı anlıyoruz ama orada tam 18 tane senet imzalandı. Bunlardan en önemlisi Barış Antlaşması, bir tanesi de Boğazlar Sözleşmesi’dir. Lozan Boğazlar Sözleşmesi Türkiye için müthiş kısıtlayıcıydı. Çünkü Türkiye bu bölgeyi askerîleştiremiyordu. Oradaki esas egemenlik Türkiye’ye değil, Boğazlar Komisyonu’na aitti.
ABD, GEMİLERİN TONAJ KRİTERLERİ YÜZÜNDEN MONTRÖ’DEN MEMNUN DEĞİL
Boğazlar Komisyonu’nda kimler vardı?
Dört devlet: Büyük Britanya, Fransa, İtalya ve Japonya. Rusya, Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan da Milletler Cemiyeti’ne üye olurlarsa Komisyona girebileceklerdi.
Peki Türkiye neden 1923’te, 13 yıl sonra değiştirmek isteyeceği, kısıtlayıcı unsurları bulunan Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ni kabul etmişti?
Türkiye Lozan’a razı oldu, çünkü o dönemde ancak o kadarını yapabilirdi. Fakat 2. Dünya Savaşı gibi bir bela, Türkiye için Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nden kurtuluşun yolu oldu. Her şerde bir hayır vardır ya, 2. Dünya Savaşı sayesinde Batılı ülkeler ve SSCB, Montrö’yü yaparak ilk olarak Boğazlar Komisyonu’nun yetkilerini alıp Türkiye’ye verdiler. İkinci olarak Türkiye’nin buraları askerîleştirmesine ve silahlandırmasına imza koydular. Üçüncü olarak da SSCB’nin Boğazlar’dan bir tehlike algılamaması için gerekli tüm tedbirleri aldılar. Böylece Hitler’e karşı SSCB ile anlaşmış oldular.
Nasıl sağladırlar bunu?
Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin özellikle 18, 20 ve 21 maddeleri ile. 18. madde, Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin gemileri ve uçaklarının ancak kontenjan dahilinde Karadeniz’e girebilmesine ve ancak belli bir süre kalabilmesine izin veriyor. Bu kontenjan hem sayı hem de tonaj açısından kısıtlamalar getiriyor. Sayı kesindir, değişmez; ama 1936 yılının gemileri ile bugünün gemilerinin tonajları çok farklı. Dolayısıyla bu tonaj hikâyesi 1936’da kemikleştiği için Rusya bugün bu antlaşmadan çok memnun. Fakat dünyanın en önemli ülkesi ABD bundan memnun değil.
Yani Karadeniz’e kıyısı olmayan bir egemen güç Montrö söz konusu olduğu için tonajı yüksek, yüklü savaş gemilerini Boğaz’dan Karadeniz’e geçiremiyor, öyle mi?
Sadece o da değil. Uçak gemisi de geçiremez. Yani Montrö, Karadeniz’e kıyısı olan Sovyetler Birliği’nin çok lehine bir anlaşmadır. Dolaylı olarak Rusya ile iyi ilişkiler açısından Türkiye’nin de çok lehinedir.
Türkiye’nin yararı sadece bu mu?
Hayır, aynı zamanda eğer Türkiye “Ben kendimi yakın savaş tehdidi altında hissediyorum” derse, Boğazlardan geçişleri denetim altına alabiliyor. Türkiye açısından savaşın tarafı olup olmamasına göre kararlar değişiyor. Savaş durumunda, eğer Türkiye tarafsa, Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemileri Boğaz’dan geçemiyor. Bu az-buz bir kazanım değil. Ayrıntıya girmeyelim, çok ayrıntılı.
‘REBUS SİC STANTİBUS’ İLKESİ MONTRÖ İÇİN GEÇERLİ DEĞİL
Lozan Boğazlar Sözleşmesi ne emrediyordu peki?
Montrö, Boğazlar Komisyonu’nun yetkilerini Türkiye’ye verdi. Daha önce Lozan’da yasak olan silahlandırma ve askerîleştirme konusunda Türkiye’nin elini serbest bıraktı. Türkiye’nin “Ben savaş ihtimali görüyorum” dediği andan itibaren sanki savaş varmışçasına Boğazlar’ın geçişini kontrol etmesine izin verdi. Ayrıca kıyıdaş olmayan ülkelerin Boğazlar’a girmesini de fena halde kontenjana bağladı. Sonuç olarak Türkiye’nin Rusya’dan tehlike hissetmemesini sağladı.
Türk Dış Politikası kitabınızın I. cildinde, Montrö bahsinde Dr. Kudret Özersay’ın aktardığı bilgiye göre Türkiye, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf devletlere 10 Nisan 1936’da bir nota gönderdi ve yeni bir rejim saptanması için uluslararası bir konferans toplanmasını istedi. Söz konusu talep, Latince ismi Rebus sic stantibus olan ve “koşullar değiştiği takdirde anlaşmalar da değişir” anlamına gelen uluslararası hukuk ilkesine dayandırılıyordu. Buna göre antlaşmanın yapılışı sırasında var olan ve antlaşmayı etkileyen koşullarda değişiklik olması halinde, taraflar bu antlaşmaya son verme ya da uygulamayı durdurma hakkına sahiptir. Rebus sic stantibus ilkesine başvurulabilmesi için: 1) Ortaya çıkan değişiklik köklü bir değişiklik olmalıdır 2) Önceki koşulların antlaşmanın ana gerekçesini oluşturması gerekmektedir 3) Ortaya çıkan değişiklik tarafların yükümlülüklerini önemli ölçüde etkilemelidir. Uluslararası hukuk sisteminin en önemli ilkelerinden olan pacta sunt servanda (ahde vefa) ilkesiyle çelişen bu ilkenin iki kural dışılığı bulunuyor: 1) Sınır antlaşmalarına son vermek için bu ilkeden yararlanılmaz 2) Koşulların değişmesine kendi yükümlülüklerini yerine getirmemek suretiyle neden olan taraf bu ilkeyi öne süremez. Hâlihazırda Rusya, Karadeniz’de askerî varlığını artırırsa, ABD veya diğer ülkeler bu ilkeye dayanarak, taraf devletlere Montrö’nün gözden geçirilmesi talebinde bulunamaz mı?
Olmaz. Çünkü bu Montrö’den önceki durumla ilgili. Montrö ile bu durum sona ermiştir. Montrö 20 yıl değiştirilemez, sonra da beş yılda bir, eğer müracaat olursa tekrar bakılır. Öyle bir müracaat olmadı. Rebus sic stantibus sadece Lozan’ı bitirmek için geçerliydi.
ABD’NİN HER FIRSATTA MONTRÖ’YÜ DELMEK İSTEMESİ ARTIK MÜSECCEL BİR DURUM
Montrö normalde 20 yıl tedavülde kalacak gibi imzalanmış ama sizin de aktardığınız gibi, “herkes memnun olduğu için” neredeyse 85 yıldır yürürlükte. Peki şimdi bu sözleşme neden tartışma konusu oluyor?
Dönem dönem Batı’nın en güçlü ülkesi hangisiyse Rusya’yı sıkıştırmak için Türkiye’yi bu konuda yokluyorlar. Örneğin bu yoklamalardan bir tanesi 2009 yılında yapıldı. Son olarak ABD’nin Suriye sorumlusu görevinde bulunan ama o dönem ABD’nin Ankara Büyükelçisi olan James Jeffrey, Emekli Koramiral Atilla Kıyat’a, “Amerikan donanmalarının Karadeniz’de çok büyük başarılar kazanabileceği”ni söylüyor. Atilla Kıyat da, “Ama tabii ki Montrö’ye uyarak” dediğinde, Jeffrey’nin yanıtı, “Türkiye ve ABD’nin iradesi olduktan sonra mesele yok, başka kimse buna karışamaz” oluyor. Atilla Kıyat bu diyaloğu Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na, Komutanlık da Milli Güvenlik Konseyi’ne aktarıyor. Dolayısıyla ABD’nin her fırsatta Montrö’yü delmek istemesi artık müseccel bir durum. Bugün de aynı şeyi istiyor ve maalesef Türkiye’yi yöneten kişi, ABD Başkanı Joe Biden ile arayı düzeltmek istediği için bu yoklamalara açık.
Yani Biden’la gerilimi ortadan kaldırmak için Montrö kartına mı başvuruluyor?
Birincisi, Joe Biden neredeyse 4 aydır Erdoğan’ı telefonla geri aramadı. İkincisi, Aralık ayında Rusya’dan S-400 füze savunma sistemi satın alındığı için ABD Dışişleri Bakanlığı Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşılık Verme Yasası (CAATSA) yaptırımları yürürlüğe girdi ki bunun uygulanmasını Trump engellemişti. Üçüncü olarak ABD’nin elinde Halkbank ve Reza Zarrab kozları var. Bu konularda Biden, Trump’ın sunduğu rahatlığı sunmuyor. Onun için Erdoğan, Biden’a yanaşmak için birtakım girişimlerde bulunuyor. İşte bu girişimlerin bir numarası Kanal İstanbul aracılığıyla Montrö’yü tartışılır hale getirmek. Bu, kronik bir olay, akut değil. Bir de akut olay var. Ukrayna, Rus vatandaşların oturduğu Doğu eyaletleriyle 2014’ten bu yana iç savaş halinde. Ukrayna “Karadeniz’deki varlığınızı artırın” diyerek NATO’ya başvurdu. Bu kronik durum ile bu akut durum birleşince, Erdoğan Biden’a yaklaşmak için Montrö üzerinden Putin’e sırtını dönüyor.
ERDOĞAN, BİDEN’I YUMUŞATMAK İÇİN MONRÖ’YÜ İKRAM EDİYOR
Montrö, Biden’a yaklaşmak üzere kullanılmak için çok büyük bir koz değil mi? Böylesi güçlü bir koz, dönemsel ilişkilere feda edilebilir mi?
Tabii ki böyle bir şey olamaz. Niye oluyor, çünkü iktidar Montrö’yü bir dış politika konusu olarak değil, iç politika konusu olarak görüyor ve kullanıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin artık ne Dışişleri Bakanlığı ne de dış politikası var. Her şey ama her şey iç politikaya göre yapılıyor. Türk dış politikası artık iç politikasının bir fonksiyonu.
Montrö’yü tartışma konusu yapmanın iç politikada nasıl bir karşılığı olabilir?
Bu mesele Kanal İstanbul Projesi’yle bağlantılı. Kanal İstanbul ortaya atılarak hem yandaşlara ve Katar’a rant sağlanmak isteniyor hem de Biden’la flört için kullanılmak isteniyor. Rantı anladık ama Biden’la flört Putin’le çatışmak anlamına geliyor. Öte yandan Putin içeride muhalif lider Alexei Navalny, dışarıda ise Ukrayna sorunuyla uğraşıyor ve eli sıkışmış vaziyette. Bundan cesaret alan Erdoğan, kendisine telefon etmeyen Biden’ı yumuşatmak için Kanal İstanbul aracılığıyla Montrö’yü ikram ediyor. Yoksa Montrö’yü değiştirmek istediği filan yok. Ayrıca Montrö ortadan kaldırılırsa yeniden bir konferans toplanacak ve o konferans sadece oy birliği ile karar alabilir. Dolayısıyla Montrö’yü kaldırmak gibi bir durum yok. Montrö’yü Kanal İstanbul üzerinden sorgulamak A’dan Z’ye bir iç politika olayıdır. Erdoğan’ın içeride kendisini devamlı tahrik eden Bahçeli’yi tatmin etmesi gerekiyor. İktidar birbirine benzemeyen dörtlü bir koalisyon üzerine oturuyor. İslamcı AKP, ırkçı MHP, ehlileştirilmiş Ergenekon ve Perinçekçiler. Mahşerin Dört Atlısı.
Peki bu dört benzemezin ortak paydası ne?
Tek ortak paydaları Kürt karşıtlığı. Bu koalisyonu bir arada tutabilmek için Suriye’ye girdik, Libya’ya, Dağlık Karabağ’a bulaştık. Şimdi sıra Montrö’ye geldi.
Montrö’nün tartışma konusu yapılmamasını isteyen amiraller, aslında Montrö’nün değiştirilmeyeceğini bilmiyorlar mıydı? Sizce neden böyle bir metin açıkladılar?
Montrö değiştirilemez diye bir şey yok. Sözleşmeye göre Montrö ilk 20 yıldan sonra ön-bildirim vererek sona erdirme talebinde bulunmak mümkündü ama bunu kimse yapmadı. Ondan sonra da 5 yılda bir değişiklik teklifinde bulunmak mümkündür, bunu da 85 yıldır hiçbir devlet yapmamıştır. Zaten bazı en önemli maddeler, ki bunlar Rusya’yı rahatlatan maddelerdir, Türkiye’nin onayı olmadan değişmez. Bu 14. ve 18. maddelerin değişebilmesi için imzacı ülkelerin dörtte üçünün onayı lazımdır ve bunların içinde Türkiye’nin de olması şarttır. Amiraller bunu elbette biliyor fakat amirallerin bildirisinin geçen senenin sonunda diplomatların bildirisinden ne farkı var? Hiçbir farkı yok. Tek farkı “medyaya yansıyan birtakım görüntülerden rahatsız olduk” cümlesi. Bahsettiği şey de, tarikat evine makam aracıyla gidip üniformasıyla namaz kılan cübbeli bir muvazzaf tuğamiralin görüntüsü. Yönetim emekli diplomatların bildirisine hiçbir tepki vermezken, emekli amirallerin açıklamasına karşı dünyayı yerinden oynatmaya kalktı.
‘DARBE BİLDİRİSİ’ SÖYLEMİYLE KAMUOYU İKNA EDİLEBİLSEYDİ CHP’YE HİÇ BULAŞMAYACAKLARDI
Neden?
Çünkü Erdoğan her ne kadar Genelkurmay’ı eski Genelkurmay Başkanı olan Savunma Bakanı’na bağlasa da içi rahat değil. Hep 27 Mayıs 1960’ı, 12 Mart 1971’i ve 12 Eylül 1980’i düşünüyor. Ama bundan çok çok daha önemlisi, toplum bunu böyle düşünsün, algılasın istiyor. Çünkü, kendisini bir vakitler iktidara getirmiş olan mağduriyet olgusunun şimdi de oluşmasını çok önemsiyor. O nedenle emekli amirallerin açıklamasının üstüne atladılar ama bu, iktidarın tutarsızlığının ve adaletsizliğinin ayyuka çıktığı bir ortamda kamuoyunda karşılık bulamayınca ipin ucunu CHP’ye bağlamak istediler. Çünkü CHP az önce saydığım üç askerî müdahaleden de memnun kalmıştı. Ama köprülerin altından geçiveren suyun haddi hesabı yok. Bu bildirinin CHP’yle ne ilgisi olabilir Allah aşkına! Eğer “darbe bildirisi” söylemiyle kamuoyunu ikna edebilseydi CHP’ye hiç bulaşmayacaklardı. CHP gibi politika üretmeyen, hareketsiz, pasif bir parti neden amiraller bildirisini yayınlatsın?
İktidarın bu bildiriye yönelik sert tepkisinin bir nedeni de 2016’da yanında duran bir kesimi kaybediyor olmanın öfkesi yatıyor olabilir mi?
Olabilir, çünkü Mavi Vatan kavramını ortaya atan da bu amirallerden biri. Şimdi onunla karşı karşıya gelmiş oldular. Yani, az önce bahsettiğimiz dörtlü koalisyonda ciddi bir çatlaktan bahsediyoruz. Zaten Erdoğan’ın Bahçeli’yi ne kadar götürebileceği de hiç belli değil.
Bahsettiğiniz Emekli Amiral Cem Gürdeniz’in “Anavatan’dan Mavi Vatan’a” kitabında Türkiye’nin Çin ve Rusya’ya yanaşması gerektiği vurgusu hâkim…
Bunu teorik terimlerle tamamlayayım: “Avrasyacılar Atlantikçiler’e karşı”. Cumhurbaşkanı Erdoğan burada Atlantikçi, Gürdeniz ise Avrasyacı. Aslında Erdoğan ne Avrasyacı ne de Atlantikçi. O, aynı sabah veya akşam hangi eğilim işine gelirse ona göre siyaset yapıyor. Bu nedenle ülkenin iç politikası için ne lazımsa dış politika ona göre bükülüyor.
Montrö Geçiş Rejimi’ni özetleyen yukarıdaki tablo, Baskın Oran’ın editörlüğünü yaptığı, İletişim Yayınları tarafından yayınlanan Türk Dış Politikası Cilt 1: 1919-1980- Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar kitabından alındı.