Baskın Oran

Yılın ilk günü…

Uzun yıllardır, yılbaşını hep İzmir’de Nesrin Ablamla geçiririm.

Yıl 1986. Tarih 31 Aralık. Ablam arıyor. Uzun zamandır kanserle mücadele eden eniştem (Ressam Vedat Mavitan; oğlu kendinden daha ünlüdür: Bihrat Mavitan) gözlerini yummuş. Vedat Abinin çocukluktan arkadaşı, o da ünlü ressam, Cemil Abiyle (Eren) hemen atladıydık ilk kalkan İzmir otobüsüne. O zamandan beridir.

(Cenaze günü aynen bugün gibi gözümün önünde. Yağmur yağıyor. Durmadan yağıyor. Eniştemi, isteği üzre Balçova kabristanına gömeceğiz, daracık eğri büğrü yollar ve birdenbire karşımıza, iki tepe arasında uzanan, ta önüne kadar gelmeden farkedilmesi mümkün olmayan küçücük, yemyeşil bir vadi çıkıyor. Nasıl sevimli ve yeşil, anlatamam. Birden seviniyorum, sanki ölen kişi manzara seyredebilirmiş gibi içim bir ferahlıyor. Tanrım, ne huzurlu bir yer… Ama sevincim, önceden hazırlanmış mezarın başına gelince sona erecek:  Mezar çukuru yarısına kadar su dolu. Nasıl yatırırız Vedat Abiyi suyun içine?  Sanki ölen için nereye yattığı önemliymiş gibi, Vedat Abinin ıslanıp ürpermesinden, üşütmesinden korkuyorum. Ablama bakıyorum, onun da aynı şeyleri düşündüğü çok açık. Hemen ipli bir kova bulunuyor, biyandan kenarlardan sular sızarken su boşaltılabildiği kadar boşaltılıyor, Vedat Abiyi yatırıyoruz. Tekrar dolmasın diye aceleyle toprak atılıyor. Birden, yanımda duran aynalı gözlüklü biri uzandı, küreği elimden çekiyor: “Ver de biraz da biz atalım!” Kim ulan bu laubali? Gözlüğü çıkarınca bir de farkediyorum ki, onca yıldır görmediğim çocukluk arkadaşım Bozok! Aynen babası gibi, başında saç kalmamış ama, gözler aynı yumuşacık gözler..

Cemil Abiyle Ankara’ya dönüşümüz tam anlamıyla traji-komiktir. Son anda kalkan bir otobüse atlamışız, bagajı falan açtırmak sözkonusu olmadığından, elimizdeki dört adet naylon torba da, içleri ayakkabı dolu, ayağımızın altında yatıyor: Vedat Abi süslü adamdı, ceketleri arkadan kuşaklı, pantalonları önden cepli, afili adamdı. Ayakkabıya da pek meraklı. Modelini kendi çizer, yaptırır, aşınınca kendi pençeler. Ablam “Bari sizler giyin de Vedat’ın ruhu şad olsun!” deyip, ayağımıza uyar gördüklerini dört poşete doldurmuş, zorla elimize tutuşturmuş… Sarsıla sarsıla gidiyoruz, ama muavinin gözü bizim ayakkabılarda. Dönüyor dolaşıyor,  gözü orda. Kuşkulanıyorum, acaba, bunlarda fazla var, farketmezler, uyurken bikaçını yürüteyim mi diyor, nedir. Bir de, arada bişey söyleyecek gibi de oluyor. Sonunda patladı: “Sizler hangi camide duruyosunuz hocam?” Ben anlamıyorum. Cemil Abi anlıyor: “İkimiz de sakallıyız ya, ayakkabıları camiden aşırdık sandı!” diyor)

Şimdi Dokuz Eylül Mimarlık’ta hoca olan Bozok ve eşi Ümit’le, yine yılın ilk günü, ablamın Urla Güvendik’deki köy evinde birlikteyiz. Arkası ve yanı orman, önü ise, her an hareket ediverecek balinaları çağrıştıran adalarla dolu enfes bir deniz manzarası. Dışarıda ince bir yağmur, dursun da çıkıp dolaşalım diye bekliyoruz, duracağı yok. “Hadi oğlum, erimeyiz ya, al Ümit’in şemsiyesini çıkalım” diyorum. Rakı bardakları elimizde, meze niyetine muzlar cepte, in-cin topatan köyde taze ot kokuları arasında dolaşmanın zevki!

Bozok hık demiş, İzmir Atatürk Lisesinde benim tarih hocam olan babası Kemal Özerdim’in burnundan düşmüş. Rahmetli, peygamber gibi adamdı. “Kemal Abi” yada “Şeker Kemal” diye anılırdı öğrenciler arasında. Sözlüye kaldırdığı velet eğer “Efendim, çalışamadım” derse, ki yüzde doksan böyle derdi, hemen “Peki” der, sanki kaldırmamış gibi davranırdı. Kopya çekeni de yakalamaz, kimseler duymasın diye oturduğu yerden kaşlarını kaldırır, ağzıyla da sessizce “Yapma!” der gibi yapardı. Tabii, öğrenci makulesinin bir de zalim ve nankör tarafı vardır ya, Kemal Abi bu yüzden bazı veletlerce enayi addedilirdi. Aradan yıllar geçti, anca anladık, ayrıca hepiniz de anladık mı bilemiyorum, onun bize Tarih’ten çok İnsanlık dersine geldiğini.

Yağmura bakmayıp iyi ki de çıkmışız, köyün girişinde Ege Tıp’dan Emel Tümbay’ın arabası çamura saplanmış, onu kurtarıverdik. Yeni yıla evelallah sevapla giriyoruz, amin

Önceki Yazı
Sonraki Yazı