YÖK’e yeni bir başkan geldi. Artık üniversiteler eskisiyle karşılaştırma kabul etmeyecek kadar düzgün olacak. Ama üniversiteler katiyen düzelmeyecek.
Nedeni çok basit: Pokerde “beş benzemez” diye bir el vardır; hiçbir işe yaramaz ve ancak “pas” der (oyuna girmez). Türkiye üniversiteleri de öyle. Öylesine biraraya gelmez nitelikteki birimlerden oluşuyor ki, bunlara tek bir “YÖK Yasası” olamaz. Yükseköğretimi düzeltmek için çok radikal bir yaklaşım lazım.
* * *
Olayın temeli, 12 Eylül darbesinde. Darbeci generaller önce anarşinin kaynağını üniversite olarak ilan ettiler, arkasından da Doğramacı’nın danışmanlığında her mezraya bir üniversite açtılar. Çünkü büyük kentlerde kendilerine benzetemedikleri üniversiteleri o Allah’ın unuttuğu Anadolu kasabalarında istedikleri biçime sokabileceklerini hesapladılar.
Hesapları maalesef doğruydu. Kasım 81’de yasa çıkınca, Cumhuriyet’te bir yazı yazmıştım: “Temel Yanlışlık”. Özeti şuydu: “Üniversite ancak büyük kentte olur. Küçük yerlerde üniversite açılırsa buralar uygarlaşmaz, üniversite köylüleşir. Buralar üniversiteyi teslim alır. Okuldan çıkınca kızlı-oğlanlı bira içmeye gidemeyeceğin yerde üniversite kurulmaz. Kurulursa, insanın maymundan evrildiği değil, yaratıldığı öğretilir.”
Benim beklediğimden “ilerisi” gerçekleşti: Üniversite İslamcılaştı! O kadar ki, Ankara’ya yarım saat mesafede olanında bile, değil İslamcı olmayanını, İslam’ın belli bir tarikatından olmayanını asistan almamaya başladılar. O zaman “Kemalist”lerin paçaları tutuştu ve Ankara’dan asker rektör gönderdiler. Askerin yaptığını asker rektör temizlesin diye! Olmayınca, bir tür vesayet altına alınmaya çalışıldı buralar. Örneğin, kendi asistanlarına lisansüstü yaptırmaları yasaklandı; onları büyük kent üniversitelerine göndermek zorunda bırakıldılar. Asistanlık ve lisansüstü sınavında merkezî sistem devreye sokuldu.
Bu Anadolu üniversitelerinden, hem de en gelişmişlerinden birinin rektör yardımcısı, on yıl sonra Mersin’deki bir kongrede aynen şunu demiştir bana: “Senin Cumhuriyet’deki yazını o zaman çok kınamıştık. Ama haklı çıktın. Bizi bir süre sonra attılar”.
* * *
Büyük illerdeki birkaçı hariç gelişemeden kalan ve seri üretim mezun veren bu üniversiteleri (bugün üniversite mezunlarının yüzde 32’si işsizdir) artık kapatmak mümkün değil. Tam tersine, AKP hükümeti tam 20 tane daha açacağını ilan etti! Çünkü o kasabalarda ev sahiplerine kiracı, lokantalara da müşteri lazım. En ucuz yatırım da: bir bakır tabela, bir rektör, bir de rektör sekreteri! Gelsin tulum oylar…
Şimdi bu üniversitelerle normal üniversiteleri aynı yasada topladığın zaman, sosyal bilimlerin en temel yasası harekete geçiyor: Asgari müşterekte buluşma. Yani, mümkün olan en düşük kalitede. Onun için, ilk yapılacak iş bunları ayrı ayrı düzenlemek. Gelişmekte olan üniversiteleri gelişene kadar vesayet altına almak, gelişmiş üniversitelere özerklik vermek. Bu bir.
İkincisi, bu ülkede aynı yasada birleşemeyecek iki üniversite türü daha var: Kamu üniversiteleri ve özel vakıf üniversiteleri. İkinciler ayrıcalıklı durumda. En basitinden, kamununkinde yıl sonunda bütçe kesintisine gidiliyor, vakıfta gidilmiyor. Kamuda zorunlu emeklilik yaşı 67, vakıfta sonsuz. Kamuda ders vermeye devam etmek isteyenin emekli maaşı kesiliyor, vakfa geçeninki kesilmiyor. Bu durumda devlet kendi üniversitesini öldürüyor. “50 yaşında emekli ol, vakfa git, çifte maaş al!” diyor. Aradaki muazam maaş farkları yine ayrı. Oysa vakıflara sorsan, “kamu tüzel kişisiyim” diyecektir; rektörünün makam arabası kırmızı plakalıdır. Yerine göre, deve veya kuş. Bunlar için de ayrı yasa gerekli.
Üçüncüsü, bütün bu üniversitelerin her birinde, asla tek bir yasada biraraya gelemeyecek branşlar var. Bu üniversitelerden her biri en azından üç kategoriye ayrılmak zorunda: 1) Sağlık Bilimleri (tıp, vb.); 2) Doğa/Fen Bilimleri; 3) Sosyal Bilimler.
Çünkü bunların ihtiyaçları ve ilkeleri çok çok farklı. Oysa, rektörler genellikle tıptan geldikleri için (tıp hocaları çok sayıdadır), tümüne tıp fakültesi kuralları uygulanıyor. Çünkü bu rektör ne kadar yetenekli ve bilgili ve iyi niyetli olursa olsun, aslında bir istisna olan kendi fakültesini temel biliyor. Örneğin, tıp’ta doktoradan sonra asistanların işine son verilir, sosyal bilimlerde de son veriliyor; oysa sosyal bilimlerde asistan doktoradan sonra işe yarar. Şimdi hazırlanan yasada asistanlık sınavı ve atanması merkezî olarak yapılacak, çünkü tıp’ın ilkeleri evrensel; oysa sosyal biliminkiler hiç öyle değil; bakış açısı önemli. Ben asistan alacağım çocuğu en az iki yıl didik didik izlerim; yarın birisi kapıyı tıklatacak ve diyecek ki: “Ben yeni asistanım. Ne zaman başlayayım?”.
Sonuç olarak, bu üç kategori yine aynı üniversite içinde kalmalı, ama kuralları farklı olmalı. Rektörlük de dönüşümlü olmalı.
* * *
Son olarak, çok önemli bir şey daha söylemeliyim. YÖK başladığında, bir solcu olarak, solcu kardeşlerimin tüylerini ürpertmiştim; şimdi ürpertmezsem ayıp olur: Kimseciklerin ses telleri bunu söylemeye yetecek kadar “sıkı” değil ama, üniversite mutlaka paralı olmalıdır.
Çünkü parası olmayan yetenekli çocuğun okuyabilmesi ancak böyle mümkün olur. Her öğrenci, ailesinin gelirine göre ödeyeceği ücret sonucu, bir yoksul öğrenciyi finanse eder. Bu paralar genel bütçeye gönderilmez; yoksul öğrenciye tam burs olarak verilir. (Bu burs da, çocuk işe girdikten sonra azar azar geri ödetilmelidir). Bunun dışında her yöntem popülisttir, halk dalkavukluğudur, halk çocuklarını vurur, rezilliktir.
YÖK’ün başına hangi dürüst ve yetenekli ve iyi niyetli yönetici gelirse gelsin, bu gerçekler gözardı edildiği sürece Türkiye’de adam gibi yükseköğretim hayaldir. Biz söyler, biz dinleriz; demokrasi var ya.