Yalnız Türkiye’de değil, tüm dünyadaki insanların gerek devlete gerekse saldırgan bireylere karşı en büyük güvencesi, bağımsız mahkemelerdir. Ama bu günlerde Türkiye insanını yargıya karşı korumak gereken bir durum var.
Hukuk ve dolayısıyla yargı, doğası gereği tutucudur. Çünkü hukuk kuralları, toplumsal gelişmelerin çok arkasından formüle edilir. Ama bizdeki durum bu da değil. Yargı mevcut hukuku uygulamıyor! Hem öz, hem usul olarak.
***
Bir yandan küreselleşme ulusal kimlikleri vuruyor, bir yandan da PKK saçmalıyor. Sonuç: Yargıçlarımız “İnsan Hakları Devleti” yönünde değil, “Milli Güvenlik Devleti” yönünde karar veriyor ve bu eğilim bir atgözlüğüne dönüşmeye başladı.
1) Öz açısından, bizdeki yargı, yasamanın AB Uyum Paketleri yoluyla yaptığı iyileştirmeleri uygulamıyor. İki örnek vereyim (kusura bakmayın soyut yazacağım, çünkü “ilgili hakim ve mahkeme işlemleri hakkında mütalaa verdi” diye Basın Kanunu md.19’dan en az 20 milyar TL ceza verirler, TCK md.288’den de “Yargıcı etkilemek amacıyla yazdı” diyerek 6 ay-3 yıl arası!):
- a) Mayıs 2004’te Anayasa’nın 90. maddesi “temel hak ve özgürlükler konusundaki uluslararası antlaşmaların ulusal yasa hükümlerine üstün tutulacağı” biçiminde değiştirildi. Ama yargı uygulamıyor. Çünkü “Her türlü açık toplantıda istenilen dil kullanılabilir” diyen Lozan Antlaşması md.39/4 değil, “Parti toplantılarında Türkçeden başka dil kullanılamaz” diyen Siyasi Partiler Kanununu uygulanıyor. Geçen gün, bir parti kongresinde 2 kelimeyi Kürtçe söylemiş birisi 6 ay ve 1640 YTL ceza yedi. Kelime başına 3 ay ve 820 YTL eder ki, pahalı. 1930’lar daha ucuzdu, çünkü hapis yoktu ve Kürtçe/Arapça kelime başına 5 kuruş ceza kesiliyordu.
- b) “Türklüğü aşağılamak”la ilgili TCK md.301’e (eski 159) Üçüncü Uyum Paketinde bir son fıkra eklenmişti ve “Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” denmişti, ama yargı uygulamıyor. Geçenlerde tanınmış bir gazeteci 6 ay yedi. Bir başka tanınmış edebiyatçı sırasını bekliyor.
2) Yargı, usul kurallarına da aldırmıyor. İki örnek vereyim:
- a) İdarî yargı, adı üstünde, idarenin işlemlerine bakar. Kişilerin eylemlerine bakamaz. Ama yine geçenlerde bir idare mahkemesi 8 kişilik bir girişimci heyetin düzenlediği bir konferansı durdurdu. Üstelik, kararını davacı eliyle ve son gün tebliğ ettirdiği için itiraz edilemedi.
- b) Çok yüksek bir memur tutuklandı. Oysa resmî lojmanda oturuyordu, kaçma ihtimali yoktu, ifade vermeye kendi gelmişti, delilleri karartma olasılığı yoktu çünkü 3 aydır delil toplanıyordu, üst makamdan soruşturma izni alınmamıştı, suçüstü durumu da yoktu. Üstelik, Cuma günü tutuklandığı için karara itiraz edemedi, en azından haftasonu yatacak. Daha işin başında da, başsavcı, basın toplantısı yaparak soruşturmanın gizliliğini ihlal etmişti.
***
Peki, bu yargının hiç mi iyi kararı yok? Var, var ama toplum için “zarardan kâr” biçiminde var. İki örnek de buna verelim:
- a) Konferansı durdurma kararı üst mahkemece kaldırıldı. Bu iyi. Ama, konferansın fiilen yapıldığının ertesi günü (26 Eylül) alındığı öğrenilen karar, 17 gün sonra tebliğ edildi (12 Ekim). Kamuoyunun olaya ilgisi geçince yani.
- b) Bir yazar yine “Türklüğü aşağılamak”tan yargılanırken bir zat kalkıp müdahil olmak için başvuruda bulundu, reddedildi. Bu iyi. Ama dilekçesi yine de yazarın “suç” dosyasına kondu.
***
Hepsi de son 15 günden alınmış sayfalarca örnek verebilirim. Mutlaka bişeyler yapmak lazım. Ama çok zor. En az 3 nedenle çok zor:
1) Bunu, yargının bağımsızlığına hiç halel getirmeden yapmak lazım.
2) Bizde yargıçlar, eğitim gereği, 1930’ların ideolojisini en çok özümsemiş meslek grubudur. “Muasır Medeniyet”in artık 2000’lerin Avrupasına dönüştüğünü fark etmeleri epey zaman alıyor.
3) Umudumuzu hukuk fakültelerinin yeni yetiştirmekte olduklarına saklasak, hem korkarım onlar daha iyi yetişmiyorlar, hem de bu en az 10 yıl alır.
Türkiye’de “Mülk’ün Temeli” fena halde örseleniyor, bişeyler yapmak lazım. Daha da kötüsü, yargının saygınlığı gitti gidiyor, bişeyler yapması lazım.