Malum mu olmuştu, bir aydır içim titriyordu. Son olarak İstanbul’da yattığı hastaneden konuşmuştuk; sesi çok iyiydi. Umutlandırmıştı.
Bu sabah erkenden İstanbul’dan bir dostum aradı. Sen duymamışsındır, kötü bir haber vericem, dedi. Böyle öğrendim.
Ben 45liyim, o 15’liydi. Benden 30 yaş büyüktü. Rahatça babam yaşındaydı. Babam gibiydi. Ama o genç, enerjik, dostça, yukarıdan almayan tavrı beni ona hep “Aziz Abi” demeye itmişti. Sadece bir tek kere, o da hastaneden son konuşmamızda, bilmiyorum neden ve şimdi bu satırları yazarken farkına varıyorum, ağzımdan son sözcükler olarak:
“Ellerinizden öperim, abi.” çıktı. O hemen, aceleyle:
“Estafurullah” demişti.
Bu son tavrı, yakınlığımızın başladığı günlerdeki ilk tavrından hiç farksızdı.
Bu, Türkiye”nin en büyük mizah yazarı, dünyanın en büyük mizah yazarlarının başında gelen kişi, adını kimsenin duymadığı birinin yazdığı bir kitap için o kadar işinin arasında vakit ayırarak yazmayı kabul ettiği upuzun önsözde, “Yaşamım boyunca böyle keyifle okuduğum bir kitap anımsamıyorum” diyordu.
“Ya da”yı niçin “yada” şeklinde bitişik yazdığını, “birçok”u niye “biçok” biçimine soktuğunu sorduğunuzda, kim olursanız olun, yanınıza oturup ve en az yarım saatını verip uzun uzun örneklerle anlatmayı görev biliyordu.
Evine yemeğe davet ederdin, evine gelirdi. Açık oturuma çağırırdın, İstanbul’dan atlar gelirdi. Anadolu’da Allahın unuttuğu bir kasabaya bilmemne törenine buyur ederlerdi, gelirdi. Sivas’ta yakılmaktan nasılsa kurtulduktan sonra Konya’ya imza gününe çağırırlardı, gene gelirdi. Cebinden harcayarak ve 80 yaşının son enerji kırıntılarını kullanarak.
Ve bunları, kendini çok, ama çok önemseyen biri olduğu halde yapardı.
Aziz Abi’ye düşman olarak laf edenler benim kasımpaşamdan aşağıdır. Onları kaale alacak değilim. Ama, dostlardan laf edenler oldu:
“Topluma bu kadar da aykırı düşülmez ki. Hiç, Türk halkı aptaldır, denir mi. Bir de kalkıp Müslüman olmadığını söylemese olmaz mı!” dediler.
Oh, çok iyi yaptı. En akıllısı bile trafik ışıklarını illaki yarım metre geçip öyle durmayı ve bu yüzden yeşil yandığı zaman arkadan korna yiyip trafiğin de içine etmeyi marifet bilen geri zekalılar topluluğuna kalkıp da “zekidir” mi diyecekti?
Çok iyi etti. Televizyonlara çıkan din ve Allahla ilgisiz nice “aydınlar” gibi: “Canım, biz de Müslümanız ama…” mı diyecekti? Ak bilmemneyle kara bilmemnenin belli olmadan kalması için bir de o mu mürailik yapacaktı?
Aziz Abi bu toplumun turnesol kağıdı olmaya soyunmasıydı, bu zevzeklik daha ne kadar sürecekti?
O “Yüzde altmış aptalız” tanısını koymamış olsaydı, acaba şimdi olduğu gibi sürüyle insan kalkıp da, “Yahu, ne yüzde altmışı, en az yüzde doksan, doksan!” diyecek miydi?
Aziz Nesin o yüzbilmemkaç tane kitabındaki her satırda insanların aptallığını tam kırk yıl boyunca durmadan anlattığı halde, insanların bunu görebilmeleri için bir de dan dan söylemesi gerekmişti.
İşin, çok kimsenin bilmediğini sandığım bir ilginç tarafı var: 93’te Selanik’e gidiyoruz, ben Aziz Abi’nin yanına düştüm. Yemekler geldi, Aziz Abi bana eğildi:
“Şu eti yer misin, eti?”
“İsterseniz yerim abi, ama siz tok musunuz?”
“Yok, ondan değil; domuzdur diye çekiniyorum!”
“Aman abi, uçakta hiç olmaz. Zaten, şu kağıtta da olmadığını yazmışlar”
“Biliyorum, dana eti; ama aklıma düştü bikere. Hiçbir mantığı da yok, tiksiniyorum gene de. Vereyim mi?”
Mevlüt okunduğu zaman radyonun kapatıldığı bir evde yetişip de televizyonda: “Canım, biz de Müslümanız ama…” diyen üniversite profesörüyle, çocukluğunda hatim indirmiş eski subayı karşılaştırınız. O’nun önemini o zaman belki anlarsınız.
Sabah, vakfın müdürüyle konuştum. Oğulları Ali’yle Ahmet “yukarıya” faks çekmişler, babalarının Vakıf bahçesine gömülmesi için. CHP’li hükümet gene izin vermezse, Çapa Tıp Fakültesine bırakacaklarmış, Aziz Abi’yi. Vasiyeti öyleymiş.
Eğitim yapılsın, diye.
Vermeyin izni ulan, vermeyin! Verirseniz… hatırım kalır! Vermeyin de, o büyük insanın cesedi genç doktorların eğitiminde kullanılsın.
Daha bile büyüsün…