Baskın Oran

Ulusal gurur ve ulusal onur

Çocukken, her mahallede olduğu gibi bizimkinde de bizlerden büyük bir oğlan vardı. Gücünü ispatlamak için dövdüğü küçük, çaresizlik içinde ağlayarak bağırırdı: “Sıkıysa akranına çatsana beee!” Sanki bana söylenmiş gibi çok utanırdım. Aynı mazlum çığlık, altmış küsur yıl sonra dış politikaya sıçradı. Genelkurmay’ı ve pilotları kutlayan başbakanı, cumhurbaşkanını, muhalefeti, gazetecileri gördükçe, bunlarla aynı ülkede olmaktan yine çok utanıyorum.

Gurur mu önemli, onur mu?
Tamam, anlamak zor değil, çünkü uluslararası alanda korunması gereken “ulusal gurur” diye bir şey var ve biz bu şeyin burundan kıl aldırmamak suretiyle korunduğu pis bir dünyada yaşıyoruz. Fakat kardeşim, bir de “ulusal onur” diye bir şey var. 3,5 yıldır 120.000 insanını katleden ve günde ortalama 135 insanını öldüren bir silahlı ayaklanmayla perişan, can derdinde bir ülkenin uçağını, ABD’den alınmış füzelerle düşürmek marifet midir? O uçak Türkiye’ye saldırmaya mı gelmekteydi, yoksa, ama haklı ama haksız, ülkesindeki silahlı isyancıları mı kovalamaktaydı? “Akranına çatsana!” dendiğinde azıcık utanmak gerekmez mi?

Üstelik, kendi yazdığımız “angajman” (çatışma) kuralları icabı hem Suriye’ye havadan 5 mil girme hakkını kendi kendimize veriyoruz (Sabah, 26.07.2013), hem de Suriye uçaklarını kendi ülkesinin içinde, daha sınıra yaklaşmadan vurma hakkını. Uçak sınırımızdan girdiyse niye Türkiye’ye değil Suriye’ye düştü? Hazan yaprağı mı bu?

Yani, “Sınırımızdan 1 km içeri girmişti de vurduk”a inanmak için: 1) Türklüğün her koşulda her şeyden üstün olduğuna inanmış bir milliyetçi olmak; 2) İman etmiş bir Erdoğancı olmak, lazım. Hani, “Adam yiyor ama, yapıyor da!” ve daha da güzeli, Emine Şenlikoğlu’nun “Kaset doğruysa, dindarlar zekatını yoksullara ulaştırmak için Başbakan’a vermişler olabilirler” şenlikli ekibi.

Akranımıza çatamıyoruz ama…
Evet, akranımıza çatamıyoruz. Ne karşılıklı “ihlalleştiğimiz” Yunan uçaklarını, ne Rusların en az bir senedir Karadeniz kıyılarımızı yalayıp düzenli uçan istihbarat uçaklarını vuruyoruz. Ama, diktatör Esad’ın zavallı Suriye’sini dişimize uygun bulduk, şamar oğlanı yaptık, zevkle gagalıyoruz. Ulusal onur mu budur? Kabadayılığın raconu bu mudur?

15 yıl boyunca, Apo’ya Şam’da oturma izni verdi diye bu ülkeye etmedik laf bırakmadık. Oysa, hiç düşündünüz mü, Suriye şu anda bizim ona yapmakta olduklarımızın hangisini bize yaptı? Yaralanan PKK’lıları ülkesinde tedavi edip, savaşmak için geri mi yolladı? “Muhaberat” adlı (o da M’yle başlıyor) istihbarat örgütünün TIR’larıyla PKK için Türkiye’ye sürekli silah ve cephane mi yolladı? Bütün bunları yapıp uluslararası ajansların diline mi düştü? Hiç düşündünüz mü, bunların binde birini yapsaydı acaba neler yapardık. Aslında onu bırakın, bu eski toprağımıza son yüzyılda neler yaptığımızı bir düşünün:

1915 ve 1916’da 21 Suriyeli aydını, şimdi Şam ve Beyrut’ta Meydan-ı Şüheda denilen alanlarda astık. 20 Ekim 1921’de M. Kemal ile H. Franklin-Bouillon’un yaptığı Ankara Anlaşması’nın 7. ve 8. maddeleriyle (yetmedi, Lozan Md. 3’le ve Türkiye-Fransa sınırını güvenceye alan 29 Mayıs 1937 anlaşması Md. 1’le) Fransa’ya bıraktığımız, Fransa’nın da  manda yönetimini 9 Eylül 1936’da sona erdirirken “bütün hak ve vecibeleriyle” (vecibe derken, Süleyman Şah Türbesi’nin bugünkü statüsüyle) Suriye’ye devrettiği İskenderun Sancağı’nı, İkinci Dünya Savaşı başlarken bizi kendi yanına çekmek isteyen Fransa’nın yardımıyla “Hatay Cumhuriyeti” yapıp 1939’da ülkemize kattık, bağırta bağırta. Meraklısıysanız, bütün ayrıntısını, İletişim’den çıkan Türk Dış Politikası, Cilt I, s. 149-151 ve 283-292’den okuyabilirsiniz.

1957 seçimlerine giderken paraya sıkışan Başbakan Menderes, Türkiye’nin Batı bloku için önemli olduğunu ABD’ye hatırlatıp yardım almak için, SSCB etkisindeki şamar oğlanımızın sınırına asker yığdı da, işgalimizi, birbiriyle çatışmaktan çekinen SSCB ile ABD’nin ortak çabası önledi. Fırat ve Dicle üzerine barajlar kurarken bu komşunun ödünü kopardık. 1998’de Apo’nun ülkeden atılması için saldırı tehdidinde bulunarak sınırda manevralar yaptık. Dişimize göreydi.

Erdoğan’dan her şey beklenir
AKP iktidarı döneminde Bakan Davutoğlu “komşularla sıfır sorun”u ortaya atıp “yumuşak güç”le uygulayınca, Suriye’yle birdenbire canciğer kuzu sarması olduk. Ortak kabine toplantıları, ortak kara manevraları, Erdoğan ve Esad ailelerinin birlikte tatilleri… Esad, Erdoğan ve Davutoğlu ne derse onu dinliyordu. Ama Mart 2011 isyanı başlayınca koltuk ve can derdine düştü, artık dinlemedi. Biz de “fabrika ayarlarımız”a yani “sert güç”e dönüverdik.  Yine oradayız.

Ama sınır artık orada değil. Suriye’yle artık sınırdaş değiliz. Silah ve cephaneyle desteklediğimiz İslamcılar, ufak bir PYD (Kürt) koridoru hariç, 877 km’lik sınıra hakim. Bu arada, vurduğumuz uçak tam sınırdaki Ermeni kasabası Keseb’i Türkiye’den gelip vuran bu İslamcılara karşı gönderilmişti, biliyor muydunuz?

Yemeyip yedirdiğimiz bu isyancıların Niğde’de 3 insanımızı öldürüp 5’ini yaralayan, ardından da, beslenen karga misali, “Size ifade vermem, ben yalnızca Allah’a hesap veririm. Hepiniz müşriksiniz. Jandarmayı öldürerek sevap işledim” demesinden bile öte, iki şey bana çok koymakta:

1) Böyle bir haldeki komşumuza ettiklerimiz, yani Türkiye’nin onurunun bu hale getirilmesi; 2) Çok fena sıkışan Erdoğan’ın, boşandığı kadını öldürmek gibi bir magandalığın kural olduğu ülkemizde, seçime beş kala uçak düşürme yoluyla “milli hisleri galeyana getirme”ye çalışması. 17 Aralık’ı bununla örtmek istemesi.

Unutmayın, seçim 30 Mart’ta bitmiyor. Başlıyor. Bir genel seçim, bir de cumhurbaşkanlığı seçimi var daha. Erdoğan’dan çok ama çok korkuyorum. O kadar sıkışmış durumda ki, ondan her şeyi bekliyorum.

 

Not: Hep Kürt partilerine oy verdim. İçim zerre kadar almıyor ama, sırf Erdoğan ve şürekası gitsin diye, belediye  başkanlarında oyumu CHP’nin adaylarına vereceğim; kader utansın. Belediye meclislerinde ise tabii ki HDP’nin adaylarına. İlan olunur.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı