Baştan söyleyeyim: Bu yazıyı “bölgesel istikrar”, “komşuluk” veya “dostluk” gibi açılardan değil, katı katı “Türk ulusal çıkarları” açısından yazıyorum.
Türkiye bir “Bermuda Şeytan Üçgeni”nin tam göbeğinde: Balkanlar-Ortadoğu-Kafkaslar. Dünyada bundan daha “şeytanî” ikinci bir bölge yok. Diğer yandan, şu anda Türkiye’ye böylesine olanak vaat eden bir bölge de yok. Şeytan, malum, aynı zamanda Başmelek’tir. Türkiye kireçlenmiş sorunlarını çözmeye başlarsa melekle öpüşür, başlamazsa şeytanla tokuşur.
Şöyle anlatayım: Türkiye, çok problemli oluşu ve sorunlarını şiddetle çözmeye eğilimi yüzünden gücünün sefasını süremeyen İsrail’in fotokopisi gibi. İçte İslam ve Kürt sorunları, dışta Kıbrıs ve Ermeni sorunları halledilmedikçe Türkiye’ye huzur yok. Hatta, örneğin Ermeni sorununa “Rum jenositi” ve “Süryani jenositi” diyen iki diaspora daha kayıt yaptırdı. Türkiye’nin halı altına süpürdüğü pislikler koktukça bakın daha kimler gelecek. Bir de, problemlerini halletmeye soyunmuş bir Türkiye’ye AB’nin yaklaşımını, ABD’nin vereceği değeri, Rusya’nın getireceği önerileri düşünün.
Yine “öcüler bizi yer” masalı
Önce şunu bilelim: Her çözüm bir şeyler getirir ve bir şeyler götürür ama, bu girişimin götüreceği hiç-bir-şey-yok! Anlatayım:
Bir kere, “Azeri kardeşlerimiz ne olacak?” diyorsanız: Baştan söyledim, bu yazı “Katı katı Türk ulusal çıkarları” yazısı. Kaldı ki bu kardeşlerimiz “çıkar” deyince bizi hemen anlarlar. Milletvekilleri Avrupa Konseyi PM’de Kıbrıs Türklerinin temsili için 29.04.2004’te yapılan oylamaya, D. Karabağ’ın tanınması için örnek oluşturur diye katılmadılardı da, “Kokteyl vardı, ona gittik” sonra da “Koordinasyon eksikliği” dedilerdi (Akşam, 05.05.04). Brüksel’deki Azeri daimi temsilcisi Arif Mamedov, 08.11.05’te Avrupa Konseyi yetkilisi Heusgen’e “K.Kıbrıs’a sadece tek bir ticari uçuş yaptık. Biz burayla herhangi bir ilişki inşa etmek istemiyoruz” diye resmî garanti vermişti (ASAM, 10.11.05). Biz ise, 2000 yılında Dışişleri’nin hazırladığı üç boyutlu reform planını Ecevit’in “Bir de Azerbaycan’a soralım” demesi üzerine son anda öldürdüydük (B.Yinanç, Milliyet, 10.12.2000).
Ama bunlar lüzumsuz. Çünkü Azerbaycan Ermenistan’la sabah-akşam en üst düzeyde görüşmekte. Aynen “Ben de Bakü’de maça gideceğim!” diyen bizim zavallı muhalefet gibi Azerbaycan muhalefeti de itiraz ediyor ama, iktidar tam bir “yan cebime koy” durumunda (“Azerbaycan Ermenistan’la barış istiyor”, M.Yetkin, Radikal, 27.08.08).
İkincisi, “Arkasından tazminat isterler, toprak isterler, sigorta şirketleri rücu eder” diyorsanız: Toprak işi gülünç; lütfen geçiniz. Tazminat ve rücu konusundaysa size Yaşar Kemal abimizin Kürt meselesi hakkındaki o anıtsal sözünü hatırlatayım: “Kürtlere kültürel haklar verilirse bağımsızlık da isterler, deniyor. Verilmezse, istemezler mi?”
Ayrıca, hukuken verilmesi gereken bir tazminat varsa “Vermiyoruz!” diye kabadayılık iyi midir kötü mü? Diğer yandan, eğer hukuken böyle bir durum yoksa, niye telaşlanıyoruz ki?
Üçüncüsü, “Ermeniler topraklarımıza göz dikti, zaten bağımsızlık bildirilerinde D.Anadolu’yu kastederek B.Ermenistan yazıyor” diyorsanız, belleğinizi tebrik ederim. Ama o zaman şunları da hatırlıyor olacaksınız: Sözünü ettiğiniz bu metnin adı “Ermenistan’ın Bağımsızlığı Hakkında Bildiri”dir ve tarihi 23.08.1990’dır. Daha o saatte SSCB duruyor. Bundan sonra 23.09.1991’de yayınlanan “Ermenistan’ın Bağımsızlığı Bildirisi”nde bu ifade yok.
Ayrıca, şunları da biliyorsunuzdur tabii: 16.10.1991’de cumhurbaşkanı seçilen Ter-Petrosyan Türkiye’yle iyi ilişkiler kurabilmek için PKK’nın Ermenistan’daki varlığına kesin son verdi. 05.07.1995’te oylanan Anayasa’ya “soykırım” terimini sokmadı. Taşnak faaliyetlerini askıya aldı. Yöneticilerini uyuşturucu kaçakçılığından tutuklattı. Dünyadaki başlıca diaspora merkezlerini dolaştı ve sakinleştirdi.
Ve Türkiye bütün bu açılımlara… hiçbir karşılık vermedi. Bunun üzerine Ter-Petrosyan düşürüldü ve yerine Taşnak destekli Koçaryan geldi. Hatırladınız mı?
Ve nihayet, kabul edersiniz ki hiçbir durum şu andakinden, yani Türkiye’nin bütün dünya tarafından “soykırımcı” diye aşağılanmasından daha kötü olamaz. Bu konuda Türkiye’nin maalesef “zincirlerinden başka kaybedeceği hiçbir şeyi yok”. Yani, Türkiye çok sıkıştı.
Bu “mucize” nasıl oldu?
Ermeni meselesinde Türkiye’nin karşısında iki farklı unsur var: Ermenistan Cumhuriyeti ve diaspora. Birinciyle barışmanın şu an tam zamanı: Bu ülke askerî bakımdan Rusya’ya, ekonomik bakımdan İran’a bağımlı olmaktan çok şikayetçi. İşsizlik korkunç. Dışa göç muazzam. Zaten Gürcistan’la arası kötüydü, son durum patladıktan beri bir tek İran çıkışına mahkum kaldı. Eğer Ermenistan başka bir biçimde bu durumdan kurtulursa Türkiye otursun kendine ağıt yaksın. Ermenistan’a bu durumda el uzatan Türkiye olmalı.
O zaman, diaspora da yaklaşır. Zaten bir süredir orada çok değişiklikler var. İlk defa Türkleri merak ediyorlar. Diaspora yayınlarının en önemlisi (Armenian Weekly) sürekli bir Türkiyeli köşe yazarı başlattı. Benim gibi jenosit terimini reddeden birini uzun uzun konuşturdu (Radikal, 17-20.08.08). Şimdi de “Daşnak Partisi de ziyaretten memnun” (Radikal, 05.09.08). Siz düşünebiliyor musunuz bir dış ülkeyle ilişkiyi kolaylaştırabilmek için Türkiye Futbol Federasyonu’nun ambleminden sol üstteki ayyıldızı çıkarttığını? Ermenistan Futbol Federasyonu, Gül’ün geleceği açıklanınca Taşnak’ın itirazlarına rağmen Ağrı Dağı’nı çıkardı da, ondan sordum.
Son yakınlaşmaya şöyle diyen aklıevveller çıkacaktır: “Ermeniler bize yanaştı, çünkü çok sıkıştılar”. Hadi Ermenistan sıkıştı; diaspora da mı sıkıştı? Tam tersine yahu, parlamentosu soykırımı tanımayan ülke neredeyse kalmadı. Bu “ulusalcılar”a şunu öğretmek lazım: Milliyetçilik bir afyondur; sıkıştıkça azaltılmaz, dozu artırılır.
O zaman? Diasporanın içinde tartışma başlamıştı. Ama yine de bu bir “bükülme” noktası idi, “kırılma” değil. Kırılma yani Gül’ü kırmızı mumla davet, ben size söyleyeyim, Hrant’ın yüzü suyu hürmetine oldu. Ama canlısının değil, cenazesinin. O güzel kardeşimin ardından “Hepimiz Hrant’ız!”, “Hepimiz Ermeniyiz!” diye yürünmesinden oldu. Sonra efendim, o cânım kardeşimi mahkeme koridorlarında tehdide gelen uğursuzların içeri atılmasından oldu.
Çünkü, artık ne olur anlayalım, Ermeni olayı ne toprak ne tazminat olayıdır. Bir milletin psikolojisi olayıdır. Bu psikolojiyi besleyen de, İttihatçı katilleri bizdeki kimi kurum ve bireylerin durmadan korumaya çalışması, üstüne de hiç sıkılmadan “Biz kimseyi öldürmedik. Ermeniler bizi öldürdü” diyebilmesidir. Hrant’ın cenazesi dünya Ermenilerinin sakinleşmek için o kadar ihtiyaç duydukları bir “başsağlığı” gibi geldi; mesele budur.
Derhal yapılacak şeyler
Derhal diplomatik ilişki kurmak. Hemen sınır kapısını açmak (hem Ermenistan Türk mallarını İran üzerinden pahalı almaktan kurtulsun, hem de Kars ve civarı nefes alsın). Hemen Trabzon-Erivan ulaşım hattını kurmak. Arkasından, Baku-Tiflis-Ceyhan hattına Erivan ayağı eklemek (bu baştan böyle yapılmalıydı çünkü hem en güvenli yoldu, hem de en kısa/ekonomik yol).
Sonra, sonra, şu resmî bildiriyi yayınlamak:
“Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı dönemi sırasında savaşta kimi Osmanlı tebaasının uğradığı felaketler nedeniyle en içten üzüntülerini bildirir. Diğer yandan, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana çeşitli nedenlerle bu olayların üstünün örtülmesinden dolayı da dünya kamuoyundan özür diler”.
Ondan sonra tutmayın siz Türk dış politikasını. Türkiye’yi.