Baskın Oran

Türkiye’de din ve devlet

Bu yazı, Baskın Oran’ın Aralık 1999’da Fransa’da verdiği bir konferansın Türkçe özetidir.
Çeviri: 9 Ekim 2005 Multitudes Altyazı Dergisi

Laiklik, çok tartışmalı bir kavramdır. Çünkü, en azından, ülkeden ülkeye değişen anlamlar taşır.
Türkiye’de laiklik, Devlet’in Din’i kontrol altında tutması anlamına gelir. Bu felsefeye göre, iktidarın kaynağı Allah değil, Ulus’tur. Şeriatçılık ve İslamcılık, iktidarın kaynağını Ulus değil, Allah olarak tanımlayan akımdır.
Laiklik Fransa’da, 1789’dan 1905 yılına kadar, bugün Türkiye’de uygulanan anlamı taşıdı. Devlet Kilise’yi kontrol altına aldı. Hatta, topraklarına el koydu. Bu süreç sonunda, Kilise siyasal iktidar sevdasından vazgeçti. Devlet de Kilise karşıtı bir tutum takınmayı bıraktı. İkisi, birbirine müdahaleden vazgeçti. Bu, Fransa’daki laikliğin ikinci ve bugünkü aşamasıdır.

Türkiye’de bu olamadı. Çünkü, laikliği ortaya atan Fransa’nın aksine, Türkiye güçlü bir orta sınıf değildi. Tam tersine, Kemalizmin yaratmak istediği orta sınıf hem Komünizmden korkuyordu, hem de 1950’de elde ettiği iktidarda kalabilmek için halkın dinsel duygularına hitap etmek işine geldi.

Bu süreç sonucunda, 1950 öncesi Kemalistlerin Din’i kontrol altında tutmak için kullandıkları Diyanet İşleri Başkanlığı ve onun emrindeki büyük paralar İslam’ı güçlendirmeye başladı. Bu arada imam hatip okulları İslamcı seçkin üretmeye girişti.

1960’daki 27 Mayıs Hareketi bu gidişe Ordu’nun laik tepkisi oldu. Sonradan klasikleşecek bir model başlamıştı: Kemalist laikleştirme, demokratikleşme, tekrar İslamlaşma, sonunda laik askerî darbe!
Ama, 1970’lerdeki Solcu ve Kürtçü hareketler bir yandan burjuvazinin, bir yandan da Ordu’nun korkusunu depreştirdi. O kadar ki, 1980’de Ordu yine darbeyle iktidara geldi ama, bu sefer laikleştirici bir politika yerine, tam tersine, İslam’ı bir toplumsal tutkal olarak gören ve kuvvetlendiren bir politika izledi. Tarikatlar güçlendi, imam hatip liseleri canlandı, liselere Anayasayla zorunlu İslamlık dersleri kondu.

Bu arada, Turgut Özal sayesinde İslamcı Sermaye de güçlendi. İslamcı parti en yüksek oyu aldı. Cesareti de arttı. Artık, İslam’ın iktidara geleceği kesindi. Öyle ki, Prof. Erbakan bu değişikliğin “kanlı mı yoksa kansız mı” olacağını tartışmaya başlamıştı.

Bu noktada, klasik model yine işlemeye başladı: Ordu 28 şubat 1997’de bu sefer bir muhtırayla müdahale etti. Sivil iktidar imam hatiplerin ilk üç yılını kapatmak ve İslamcı şirketlerin para kazanma yöntemlerini incelemeye başlamak zorunda kaldı.

Ne olmuştu? Sadece, Sovyetler Birliği çökmüş, Türkiye’de gerek burjuvazinin gerekse ordunun komünizmden korkusu kalmamıştı. Bu arada PKK da askerî olarak yenilmişti. Diğer yandan, İslamcı tehdidi başlamıştı.

Bugün Türkiye’de laikliğin gelip takıldığı yerde iki tatsız sonuç var:

1) Eskiden devlet Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla İslam’ı kontrol altında tutuyordu. Oysa 1950’den itibaren gittikçe artan biçimde İslam Devlet’i aynı araç sayesinde denetim almaya başladı. Demek ki, artık bu tip laiklik ters sonuç veriyor.

2) Her iki taraf da fena halde silahlara sarılmış vaziyette ve bu pozisyonlar “türban” sorununda doruğa çıkıyor. O kadar ki, Türkiye’nin o kadar gerçek sorunu varken, olay “Türbanlı kızları üniversiteye sokmam”, ve “Biz gireriz” şeklinde bir inatlaşmaya dönüştü. Din, siyasal iktidara talip olmaktan vazgeçmiyor, Kemalistler de başı bağlı kızları sokakta bile görmeye tahammül edemiyor.

Bunun böyle gitmesi mümkün değil. Tabii ki bir an gelecek ve Türkiye, Fransa’nın 1905’te vardığı noktaya varacak. İslam, siyasal iktidara talip olmaktan vazgeçecek, Devlet de insanların giydiğine ve yaptığına karışmayacak.
Bu arada, Fransa’nın türban konusundaki tutumunu da tutarlı saymak zor. Bir yandan liselerde türbana karşı çıkılıyor, diğer yandan Yahudilerin takkesine ve Katoliklerin haç takmasına hiç ses çıkartılmıyor. Oysa, tutarlı bir devletin ya her türlü dinsel simgeye müdahale etmesi, ya da hepsini serbest bırakması beklenirdi. Bugünkü durum, Türban sorununun ardından, Müslümanlara para yardımı isteklerinin gelmesinden çekinmek olarak yorumlanabilir.
Ama bu durumda da, Fransız devleti, eğer başka din ve mezheplere yardım ediyorsa, Müslüman vatandaşlarına etmemek için bir sebep bulmakta zorlanacak.

Eylül 2005’de yazarın notu
Eylül 2001’de İkiz Kuleler saldırısı oldu. Batı dünyası birdenbire paniğe kapıldı ve İslam’ı öcüleştirme sürecine girdi. Henüz de bunu aşabilmiş değil. Tersine, bu sendrom gittikçe paranoyaya dönüşüyor. Türkiye’de ise, ilginçtir, tersi bir gelişme oldu. Kasım 2002 secimlerinde «İslamcı» Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tek başına hükümet oldu. Herkesin ödü koptu. Fakat kısa zamanda bu partinin Refah Partisiyle «imanlı» görüntü dışında hiç ilişkisi olmadığı anlaşıldı. İktidara geldiği tarihten başlayarak inanılmaz AB reformlarına imzasını atan AKP, şu anda da Türkiye’nin AB yolunda demokratlaşması için mücadele eden tek parti.

Nasıl böyle oldu? Tek kelimeyle, diyalektik harekete geçti. Refah Partisi zamanında bafllayan İslamcıların burjuvalaşma süreci kemale AKP döneminde erişti. İnsanlar şimdi anlamıyorlarsa bir gün gelip anlayacaklar: burjuvanın demokratı-faşisti, imanlısı-imansızı, Allah’sızı-İslamcısı, millisi-kompradoru olmaz. Burjuvazinin tek kuralı, kârın maksimizasyonudur! Kârını nasıl maksimize edeçekse, oraya gider. Bir kere ihracata alışmış olan «İslamcılar» [1]. AB’ye girmiş bir Türkiye’de daha iyi para kazanacaklarını görmüşlerdir, o kadar.

Tabii ki bütün mesele bundan ibaret değil. AB süreci siyasal sürecte askerleri olmaları gereken yere getirip koyacak, AKP bu ve bunun gibi «pratik» mülahazalarla da AB’ye yaklaşıyor. Ayrıca, tabii ki içeride ihtiyaç duyduğu bir meşruiyeti dışarıdan sağlamaya çalışıyor. Tabii ki bütün bunlar hep doğru ama, işin özü orda değil.
Sonuç olarak, şu anda Türkiye’deki en «AB’ci» parti hiç kuşkusuz AKP. İslamcı parti ! Ve, takiye falan değil, samimiyetle. Bunu yaparken de, ideolojik olarak zorlandığı söylenemez, çünkü AKP şimdiye kadar Türkiye’de iktidara gelmiş ilk «milliyetçi olmayan» parti. Bu sayededir ki, CHP başta olmak üzere bütün diğer partilerin «milliyetçi» mülahazalarla korku yaratarak politika yapışlarından uzak duruyor. Bütün diğer partiler, CHP başta olmak üzere, AB yoluyla demokratlaşmaya karşı çıkıyorlar. «Sevr Paranoyası» adlı korkuyu kullanarak Türkiye’yi reformlardan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Türkiye ilginç bir ülkedir efendim.

[1] Voir B. ORAN, “Kemalism, Islamism and Globalisation : A Study on the Focus of Supremme Loyalty in Globalizing Turkey”, Journal of Southesatern European and Black Sea Studies, Vol. 1, no. 3, Septembre 2001, London, F. Cass, pp. 20-50.

Sonraki Yazı