Geçen hafta, Budapeşte’de verdiğim konferansı anlatıyordum; çok özetleyerek devam ediyorum.
Evet, Türkiye niye bu kadar sert? Lozan gibi, Türkiye devletini kuran bir antlaşmadaki hakları (Md.39) niye uygulamıyor?
İki dünya savaşı arasında bütün Avrupa’yı etkileyen sert milliyetçi ortamın yanısıra, dört neden saymak mümkün:
1) Türkiye, Osmanlı’nın çifte mirasının etkisinde:
a- 1454’ten beri uygulanan “Millet Sistemi”, Müslümanlar arasında etnik farklılık gözetmezdi. Yani, farklı bir Kürt kimliği yoktu. Bu gelenek, Ankara’nın milliyetçi politikasına da çok iyi oturdu.
b- Kemalizm, “Türkçülük”ten gelen Jön Türklerin devamıydı.
2) Osmanlı parçalanmasının tekrarlanması, Anadolu yarımadasını da yitirmek, Osmanlı’nın halklar mozaiğini aynen devralan yeni Türkiye’nin hep korkulu rüyası oldu.
3) Çoğu zaman sözü edilmeyen stratejik bir boyut da vardı. Özellikle askerler, Kürtlerin yaşadıkları yerler elden çıkacak olursa, Rusya’ya karşı büyük önem taşıyan “ülke derinliği” de elden gidecek diye korkuyor.
4) 1920 ve 30’lardaki Kürt ayaklanmaları korkulu rüyanın gerçekleştiği izlenimini yarattı. Türkiye, bugüne kadar süren (ve bugün devamının olanaksızlığı her aklı başında insan için apaçık olan) bir asimilasyona girişti. Tabii, bu politika da Kürt kimliğinin ana tuğlası olan Kürt dilini reddetmeye özel dikkat gösterdi.
Bu noktada, iki çok önemli soru sormak gerekiyor:
Soru 1: Türk devletinin bu korkusu bugün çok mu saçma?
Hele, Çekoslovakya’nın bile parçalandığı bir dönemde, bunun yanıtı koskoca bir hayır. Saçma olduğunu söylemek çok zor. Çünkü:
1) Dünyadaki bütün milliyetçilikler kültürel boyutla başladı ve bağımsızlık gibi bir son durakta bitti.
2) Bu soruyu bizzat Kürtlerin de saçma saymaları zor değil. Çünkü Paris Kürt Enstitüsünün dergisi Hawar, Kırmançi ile Sorani’nin yanısıra Zazaca yazı basmaya başlayınca ortalık birbirine girdi. Aynı şey, Med-TV Zazaca yayına başlayınca yinelendi.
Kürtler bunun ulusal birliği zedelediğini düşünmüşlerdi!
Soru 2: Türk devletinin Kürt politikası bugün çok mu mantıklı?
Bunun yanıtı, daha koskocaman bir hayırdır. Çünkü:
1) Türkiye, Kürtlerin ve Kürt bölgelerinin ekonomik sıkıntıyla özdeşleştiği bir ülke. Dünyanın en patlayıcı karışımı, sınıf sorunu ile etnik sorunun üst üste binmesidir. Bu olgu Türkiye’de, özellikle karaparadan kaynaklanan aşırılıkları televizyondan göre göre daha da vurgulanıyor (“göreli yoksunluk”).
Bitmedi. Bunun üzerine bişey daha biniyor:
Bireyler, kimliklerini iki mekanizmayla ortaya koyarak huzur bulurlar:
a- Kendi grubuyla kaynaşarak (bu genellikle içinde doğulan gruptur).
Kürt kimliği reddedilen, hatta “Dağ Türkü” deyip inkâr edilen Fakir Kürt, kendini dışlanmış hisseder ve grup kimliğini normal sayılmayan kanallardan ileri sürmeye girişir. Bu, bir devlet için iyi bişey değildir.
b- Tam tersine, kendi grubu içinde sivrilmeye, kendini farkettirmeye çalışarak.
Fakir Kürt, ilkokula gidinceye kadar anasından öğrendiği tek dilin, okul başladıktan sonra artık birdenbire yasaklandığını, başka bir dilin tek dil olarak empoze edildiğini görüyor. Özellikle feodal alışkanlıklardan (sertlik, başkaldırma, silaha tapma, vs.) kurtulamamış bir toplumdan gelen bir bireyde bu büyük bir baskı duygusu yaratır.
Bu birey, üstüne üstlük, çok az sayıda alt-kimlik sahibidir. (Bir insanda alt-kimlikler ne kadar çoksa, o kişi o kadar bükülgendir, medenîdir.) Tek sahip olduğu alt-kimlik olan grup kimliği de reddedilen bu kişinin kendi toplumunda “fark edilebilmesi”, ancak yanındakilerden daha aşırı davranmasıyla mümkündür. Yanındakiler vuruyorsa, o öldürecektir. Öldürüyorsa, o parçalayacaktır.
Genç PKK militanlarının acımasız milliyetçi terörünü araştırırken, bu noktayı gözden ırak tutmamak gerekir.
2) Ülke içinde ve dışında bu kadar derde yol açan Asimilasyon politikasının dayandığı gerekçeler, gerçekçi olmaktan çok uzaktır.
a- “Ulusal” sıfatının buharlaşmaya, maddî refahın ise herşey olmaya başladığı küreselleşme çağında, Türk ana-babalar çocuklarını İngilizce okullara göndermek için çırpınırken, Kürt ana-babalar Kürtçe okullara mı gönderecek? Kürtçe kasetler yasakken yok satıyordu. Şimdi nasıl?
Burada bütün sorun, Kürtlerin daha iyi bir hayatı nerede yaşamayı umduklarındadır:
Feodal çatışmalarla sarmalanmış, dört düşman ülke tarafından karalara hapsedilmiş, kaynakları pek sınırlı bir bağımsız Kürdistan’da mı, yoksa, istedikleri maddî (iş bulmak) ve kültürel (kimliğini tanıtmak) olanakları kendilerine veren (ama, ikisini birden aynı anda veren) bir Türkiye’de mi?
b- Kültürel haklar bağımsızlık da istemeye götürür diye korkulurken, sakın bu hakları alamamak bağımsızlık istemeye götürmesin? Kültürel haklar ara istasyonunda indirilmeyenlerin son durağa kadar gitmeleri, tüm umudunu yitirmiş insanın önünde kalan tek çareyi denemesi, çok mu az görülmüştür?
Acaba, “teklik” ile “birlik” en azından bu durumda birbirinin tersi değil midir?
Şimdiye kadar, Kürt kimliğini reddetmekten başka bişey yapmamış, elde ettiği sonuç da ortada olan bir Türkiye’de, Pandora’nın Kutusunda başka ne kaldı?