Harcayacak zerre vakti olmayan bu ülkede, bir sıkım ilke ve bir çimdik mantıkla halledilecek bu konu fazla uzadı. Üç sebepten: 1) Sembol fevkalade önemlidir; yasaklarsan Kürtçe ve türban gibi fetişleştirir, katılaştırırsın. 2) 1930’lar Kemalizmi, benim çocukluğumun radyo futbol spikerlerinin tabiriyle “inkıtaları oynadığı” için İslam’dan da zor değişen bir din haline geldi. 3) Bir “buldumcuk olma” duygusuna kapılan, üstelik de henüz burjuvalaşamayan İslami kesim dengeyi tutturamıyor. Yeterince de açık oynamıyor.
Çözümün temellerini hemen yazayım, kafasına uymayanlar gerisini okumayarak vakit kazansın: 1) Reşit olmayan sübyanın oyuncak edilmesine izin verilmez; onu devlet korur. 2) Her reşit, (şiddete referans vermemek vs. gibi bazı evrensel ölçütler dışında) her mekânda istediğini giyer veya giymez. 3) Devlet etnik ve dinsel konularda (dinsel duyguların istismarı gibi durumlar dışında) kör davranmak zorundadır; onu temsil eden kişi de etnik ve dinsel tercihini/mensubiyetini işine yansıtamaz. Sırayla gidelim:
Üniversite ve öncesi
1) Üniversite/18-yaş altında “türban serbestisi” diye bir kavram ve bunun istisnası olmaz. Mersin ve Adana’da ilkokul öğrencisi sabi sübyanın piyon edilmesi en adi cinsinden provokasyondur. En fazla da AKP’yi vurur. İktidar, gerekirse tellal tutup, bu adiliğin kesinlikle itlâfı yanlısı olduğunu mahalle arasında bağırtmalıdır.
2) İnsan alışmadığı her şeye tepki gösterir; tamam. “Kızımın başını da bağlatacaklar” korkusu da tamam. Ama giyimine karışılmasın istiyorsan sen de başkasınınkine karışmayacaksın. Üstelik, Soğuk Savaş döneminin tu-kaka’ları yüzünden öğrenemediğiniz sınıf faktörünü de artık görün: Türbana karşı çıkıyorum derken alt sınıfı aşağıladığınızın farkında bile değilsiniz. Metin Üstündağ’ın Radikal’deki karikatürüne bakın: “İzmir’e bir bilet. Laik yanı olsun lütfen!” (15.10.10). Laiklik Batı’da çoğunluğun azınlığa baskı yapmaması için icat edildi, siz kuruluştan 87 yıl sonra azınlığın çoğunluğa baskısı için kullanıyorsunuz. Üstelik, katı davranarak dindarların burjuvalaşmasını geciktiriyorsunuz.
Kimliği gizler biçimde yüzü kapatmayı içermeyen bu temel özgürlüğün sadece iki istisnası vardır: Bir: Sağlık: Eğer bir salgın durumunda bulaştırmamak için aşı elzemse, ben yaptırmam olamaz. Tabii, alkollü pamuk yerine alkolsüz antiseptik istenebilir. İki: Standartlaşmış insan hakları: Mesela D. Afrika’daki (ve K. Irak’taki) kimi Müslümanlar için İslam’ın en temel şartlarından sayılan kız sünnetine izin verilemez. İnsan haklarında oydaşma (konsensüs) sağlamak iyidir ama, oydaşma olamıyorsa insan haklarında ödün verilmez. Aynen “az gebelik” gibi, etnik/dinsel nedenlerle “2. sınıf insan hakkı” talebi de yapılamaz.
Devlet hizmeti veren-alan
3) Hiçbir devlet temsilcisi, en ufağından en büyüğüne, görev sırasında etnik-dinsel mensubiyetini/tercihini ortaya koyacak herhangi bir sembol (türban, haç, vs.) kullanamaz, hiçbir harekette bulunamaz.
Çok dikkat: Bu ilke, belli bir etnik/dinsel grubun ezici çoğunlukta olduğu ülkelerde (mesela Türkiye’de) daha da yaşamsaldır. Çoğunluğun azınlığı ezmemesi daima temeldir. Bunu sağlayan laiklik Batı’da sağlamdır çünkü Katolik-Protestan dengesi vardır. Bizde “laik” Cumhuriyet yönetimi gayrimüslimleri feci bir etnik/dinsel temizliğe uğrattığı, Alevileri de yok saydığı için Hanefi-Sünni İslam çoğunluğu rakipsiz vaziyete kendi eliyle getirmiş, dinsel azınlıkların ezilmesi yolunu açtığı gibi, kendi kendine de etmiştir.
Yalnız, bu devleti temsil meselesi fazla abartılmamalı, aşırı yorumlanmamalıdır:
- A) Kurumlar açısından, “kamu hizmeti” ile “devleti temsil” birbirine karıştırılamaz. Mesela, belediye çalışanı devlet temsilcisi değildir; hele mahalli idarelere özerklik düşünüldüğü bir çağda. Belediyeler mesela Hollanda’da devletin henüz kurulmadığı bir ortamda gönüllü bir kentli girişimi (yani, STK) olarak başlamıştır, kamu düzeni için gerekenleri yapmaya (ceset ve çöp toplamaya, asayişi sağlamaya, vs.) soyunduğu için zamanla şimdiki hüviyetini kazanmıştır. Rembrandt, dev tablosu “Gece Nöbeti”nde mahalleyi kollayan asilleri ve onların özel askerlerini resmeder.
Mesela, kamu hizmeti yapan sayısız özel kurum vardır. Elektrik-gaz dağıtım, tramvay şirketleri. En başta, özel üniversiteler ve hastaneler. Buralarda çalışanların orasına burasına laiklik diye karışılamaz. Bunlar devleti temsil etmez.
Milletvekili kimin temsilcisidir?
1999’da Merve Kavakçı’yı TBMM’den elbirliğiyle attık. Çifte vatandaşlık bahanesini kullandık ama, aslında “devleti temsil eden türban takamaz” diye attık. Sakın milletvekili milleti temsil ediyor olmasın? TBMM tabii ki devletin bir parçası, ama milleti temsil eden bu başlıca kurumda her türlü eğilimin temsili, bırakın doğal’ı, elzem değil de nedir? Üstelik bu örnekte din yanında cinsiyet ayrımcılığı da var: TBMM’de erkek “İslamcı” yok mu? Üniversitede?
“M. Kavakçı kamusal alandaydı!” diyorsanız, orada durun. “Kamusal Alan” diye bir kavram olamaz; yani kullandığınız anlamda olamaz. Fransızcadan alınmış bu terim (espace public) özel olmayan alan, “halkın ortak alanı” demektir; “devletin alanı” değil. Kamusal alanın en başta geleni sokak’tır. Orada da mı karışacağız milletin başına, çok affedersiniz deyimi tamamlamak zorundayım, ve kıçına?
- B) Devleti temsil ilkesi/kavramı bireyler açısından da fazla genişletmeye gelmez; yoksa gülünçleşir. Mesela cumhurbaşkanı türban takamaz, tamam. Ama eşi? Aksi halde sülalesine de karışmak gerekirdi çünkü protokole onlar da katılabilir. Ayrıca, kocasından ayrı bir kişiliği yok mudur eşinin?
Mesela yargıç ve savcı takamaz, tamam. Peki, TCK md. 6’da “yargı görevi yapan”lar arasında sayıldığı halde avukat devleti mi temsil eder yoksa müvekkilini mi? Kimden para alır? Tabii, “devletten maaş almak” da fazla abartılamaz. Benim ihtiyar teyzem Cemile Hanım devletten bilmemkaçyaş maaşı alırdı 100 TL mi ne, ama devleti temsil etmezdi.
Laiklik değil, Aziz Nesinlik
Her halükârda bu “Kamusal Alan”, büyük ustam Aziz Nesin’in “Mahrem Yer” öyküsünü tersten yazmaya dönüştürülemez. Mealen aktarayım: “Geçen gün biri yakalandı, mahrem yerinde esrar bulundu. Şimdi, burası karışık. Çünkü bizim zamanımızda mahallelerimiz mahrem yerimizdi; yabancılar kolayına geçemezdi. Sonra evimiz mahrem yer oldu; herkes giremezdi. Sonra yatak odamıza geriledi mahrem yer. Sonra üç yıldıza. Bunlardan ikisi düştü, alttaki kaldı. Acaba esrar nerede bulundu?” 1930’lar ideolojisiyle devleti bu denli geniş ve bulanık hale getirip alay konusu etmemek lazım.
Tamam, geride halledilecek bazı gri alanlar kalacak; boru değil, hukuk devleti döşüyoruz. Mesela bir insanın hangi kuruluşta çalıştığının yanı sıra bir de ne iş yaptığı önemli olabilir. Ama bunlar gerçekten teferruat. Önce şu temel ilkeleri uygulayıp esas kör dövüşünü bir temizleyelim