Türkiye Apo’nun hâlâ niye geri verilmediğine hayret ediyor. Akıl erdiremediği için de, toptancı hallerinde marul, Atatürk Bulvarında da büyükelçilik tabelası üstünde yamyam dansı yaparak tatmin olmaya çalışıyor…
Çünkü, geri verilmenin hukuksal koşullarının olmadığı (idamın kalkmaması, vs.) doğru ama, Apo’nun siyasal olduğu kadar bir adi suçlu olduğu da doğru.
1980 öncesi, halk arasında efsaneleşmek için ağaları vurdurttu.
Sırf korku saçarak kendini örgütüne yer açmak için, başka Kürt örgütlerini, örneğin KUK’çuları temizletti.
Bütün suçu muhalefet etmeye kalkışmak olan kendi adamlarını “idam” ettirdi.
Silahla ilgisi olmayan Kürt örgütlerini, sırf tek örgüt kalabilmek için silahla tasfiye etti.
En önemlisi, büyük çapta uyuşturucu kaçakçısıdır.
Bunlar, siyasal suç falan değildir. Adi suçtur. İsveç ve Almanya gibi en az iki Avrupa ülkesinde adi suç işleyen ve İnterpol’ün kırmızı bülteniyle aranmakta olan Apo, hukuken geri verilmesi gereken bir kişidir.
*****
Oysa, Apo’nun geri verilmemesinin Apo’nun nitelikleriyle bir ilgisi yok.
Sadece Türkiye’nin nitelikleriyle var.
Çünkü Türkiye, başkalarının gözüyle baktığımız anda apaçık şudur:
Batılı olmak istediğini durmadan söyleyen, bunun için durmadan insan hakları sözleşmesi imzalayan, ama bu belgeleri ve farklılık gösteren vatandaşlarının haklarını durmadan ihlal eden bir ülke…
Burada, dikkat edilirse, iki önemli unsur var:
1) Niyet unsuru: Çin, insan haklarını Türkiye’den çok daha fazla ihlal etmektedir ama, ona kimsenin bişey söylediği duyulmaz.
Çünkü Çin’in “Batılı olmak” iddiası yoktur, bu konuda insan hakları belgeleri imzaladığı yoktur.
Oysa Türkiye’nin vardır ve Batı’nın burnumuza durmadan uzatıp durduğu faturalar, niyet belirtip de iyiniyet sahibi olmamanın faturalarıdır.
2) Olumsuz süreklilik unsuru: Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Divanında durmadan mahkum olmaktadır. O kadar ki, bizzat Adalet Bakanı Denizkurdu açıklamıştır:
Açılan davaların yalnızca yüzde 70’i aleyhimize sonuçlansa, ödeyeceğimiz tazminatın tutarı 5-7 milyar dolardır (Cumhuriyet, 1 Kasım 98). Oysa, bu davaların yaklaşık tümünün aleyhte sonuçlanması bekleniyor.
Ama, sorun katiyen bu noktada değildir.
Sorun, her tazminata mahkum oluştan sonra, Türkiye’nin yine aynı ihlal suçunu bir daha, bir daha, inatla işlemesidir.
Çünkü Türkiye uluslararası sözleşmelere imzayı bastırmıştır ama, yasalarını buna göre düzenlemeyi sürekli olarak reddetmektedir.
Çünkü Türkiye’de sistem tıkanmıştır ve bu tıkanış toplumu zehirlemektedir.
Aynen, boşaltım noktasındaki tıkaç yüzünden tortusunu deşarj edemeyen tüm canlı organizmalarda olduğu gibi.
*****
Bu tıkacı ne yapıp yapıp çıkarmak gerek. Yoksa, sürekli yumruk yiyen boksör gibi beyin travmasına uğrayacağız. Bu beyin travması da, prototiplerini son günlerde gördüğümüz etnik saldırı olayları olarak ortaya çıkacaktır.
Bu ülke bir Türk-Kürt etnik çatışmasının altından kalkamaz. Altında kalır.
Acilen ne yapabiliriz? Çünkü tamamen zehirlenmeden önce biyerlerden başlamak gerek.
Yapılacak en akıllı iş, HADEP’i kapatmaya girişmek yerine, tam tersine, ona bu günlerde kritik bir fırsat vermek. Önümüzdeki seçimlere sokmak, Meclis’e girmesine izin vermek.
Böylece, hem HADEP’in PKK’nin siyasal kolu mu yoksa Türkiye’nin partisi mi olduğunu saptayıp ona göre kimselerin itiraz edemeyeceği bir karar vermek, hem de Türkiye’deki tepkinin Kürtlere değil, teröre karşı olduğunu göstermek.
Çok mu “tehlikeli” geldi?
O zaman, bu ülkenin, uluslararası yükümlülüklerinin bilincinde ve farklılık gösteren vatandaşlarını ezmekten uzak bir ülke olduğunu gösterecek simgeler zincirinin tamamen risksiz, en kolay, ama yine de çok anlamlı bir başka baklasını düşünemez miyiz?
Yani, Kelaynaklar kadar kalmış Rum cemaatının 1, yirmi beş binlik Musevi cemaatinin 2, elli beş binlik Ermeni cemaatinin 3 milletvekiliyle TBMM’de temsil edilmesini.
550’de 6, ama Türkiye’nin imajını onarım açısından, şu andaki durumda muazzam bir oran…
Biyerlerden başlamak lazım.
Umarım siz daha iyisini bulursunuz. Ama bulana kadar, oturup bunu bir düşünün.