Medyada Suriye “harekâtı” üzerine haber ve yorumlardan geçilmiyor.
“Güvenli Bölge” adı altında yerleşmeye gitmişiz sanki: Kaymakam, emniyet müdürü, jandarma komutanı tayin ediyoruz. Meydan ve cadde adlarını değiştiriyoruz. PTT şubesi açıyoruz. Okullara CB Erdoğan resimleri astırıyoruz. Son olarak, üç fakülte kurmaktayız.
Her Allahın günü tonla yeni ve çelişkili haber. Bu durumda, bir yazı da ben attırsam ilave ne yazarım diye düşünüyorum, içinden çıkamadım. Çünkü şu “çözüm”ün çok yakında içi dışına çıkacak. Bakın daha ne Soçi’ler gelip geçecek, 120 saate daha kaç tane 150 saatler eklenecek ve olay başımıza nasıl büyük bela olmaya devam edecek.
Ve bekleyin bakın Erdoğan, “Esed”le nasıl el sıkışacak işin sonunda. Bikaç yeni haber başlığı:
***
ABD Savunma Bakanı Esper konuşuyor: “Türkiye savaş suçundan sorumlu tutulabilir”. Çünkü Türkiye’nin açıkça desteklediği ve kullandığı “Suriye Milli Ordusu” denilen cihatçı haydut sürüsü korkunç savaş suçları işliyor.
AB, Almanya’nın ağzından konuşuyor: “Güvenli Bölge uluslararası güç tarafından kontrol edilsin”. Ardından, direkt konuşuyor: “Sözde ateşkes kimseyi kandırmıyor”.
Erdoğan bildiriyor: “Maalesef İran’dan çatlak sesler geliyor”. Ardından: “Sözler tutulmadı. Atmamız gereken adımları atacağız”.
Soçi’de Erdoğan ile Putin görüşürken, Rus Dışişleri duyuruyor: “Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünü ihlal ediyor.”
ABD Suriye Özel Temsilcisi Jeffrey Soçi’den sonra konuşuyor: “Kürtleri bu bölgeden [30 km] çıkarmayı başarmaları mümkün değil.”
Bizde ise iktidar saat başlarında “Şu kadar saat kaldı!” diye uyarıyor, “sivil”lerimiz de çıplak kafaya asker selamı çakıp resim “çekiniyor”.
Muhalefetimize gelirsek: CHP, partisi savaş tezkeresine evet dediği için il başkanlığı görevinden istifa ettiğini açıklayan Mardin İl Başkanı Ahmet Duyan’ı görevden alıyor; istifa dilekçesi Genel Merkez’e ulaşmadan. İYİP, “Teröristin üzerine yürürken yoluna kilit vuruyorlarsa sen de İncirlik’in kapısına kilit vur” diye tavsiyede bulunuyor.
***
Bu durumda ben ne yazayım? Dedim ki, bu hafta şu Suriye pisliğini hiç üstüme sıçratmadan, yakın tarihte yaşadığımız başka bir Suriye macerasını anlatayım.
Ama peşinen söyleyeyim de hayal kırıklığı yaşamayın, o macera bugünkünün aksine, Batılıların “anticlimactic” dedikleri, pek heyecan vermeyen cinsten. Onun için, asıl dikkat edilmesi gereken, o macerayı ortaya çıkaran ortam. Başlıyoruz.
***
1957’de Soğuk Savaş’ın göbeğindeyiz.
Kapitalist blokun lideri ve dünya hegemonu ABD, Ocak 57’de Eisenhower Doktrini’ni ilan edip Ortadoğu’daki varlığını vurgulamış.
Komünist blokun lideri SSCB, antiemperyalist söylemle Üçüncü Dünya’nın ilgisini çekmekte ve bu arada Suriye’ye yaklaşmakta. İki ülke Ağustos 57’de ekonomik ve teknik yardım anlaşması imzalıyor. Ardından, Suriye’de “komünist eğilimli” olduğu söylenen bir albay genelkurmay başkanı yapılıyor.
O tarihte Türkiye “seçilmiş düşman” konusunda 1930’lardaki eşkıya’dan artık komünist’e transfer etmiş vaziyette. Başbakan Menderes de “[ABD Dışişleri Bakanı] Dulles’tan daha Dullescı bir komünizm fobisi sahibi” olarak Suriye hakkında ABD’yi uyarıyor: “Sovyet peykidir!”. Ertesi yıl Genelkurmay Başkanı yapacağı Org. Rüştü Erdelhun etkisindeki TSK de “Suriye’de uğursuz Sovyet mühimmat stoku” bulunduğu kanısında.
Fakat ABD müdahale etmeyeceğini açıklıyor. Bunun üzerine Menderes Eylül 57’de sınıra asker yığmaya başlıyor: 2 piyade tümeni, 1 zırhlı tümene eşdeğer 33.000 kişilik motorize birlik, ardından 1 zırhlı tugay.
Tabii, Soğuk Savaş ortamında ortalık birbirine giriyor. Önce SSCB’den, ardından Suriye’den protesto. Savaş bi çıkarsa bölgesel kalmaz dünyaya yayılır, lafları. Sovyet gemileri Lazkiye’de, Altıncı Filo İzmir’de. Konu BM’de ele alınıyor.
***
1957 Suriye macerasının hikayesi bu kadarcık. Fazla enteresan bulmayacağınızı söylemiştim.
Ama çok enteresan olan başka bişey var:
Bunca uluslararası çalkantı yaratan asker yığma olayının sebebi uluslararası gerginlik değil. Çünkü hem ABD Menderes’e derhal sükunet telkin ediyor hem de ortalığı sakinleştiren bizzat SSCB. Zaten bu sebeple konu, Ekim 57’de BM gündeminden çıkarılıyor.
Asker yığmanın tek sebebi, Türkiye’nin iç politikası.
***
1950’de iktidara gelen DP mükemmel başlıyor. Hem ekonomik hem demokratik olarak.
Ekonomi prima. Marshall Yardımı kredileriyle tarıma büyük yatırım yapılıyor. 1945’te 1.000 olan traktör sayısı 1955’te 40.000. Yapay gübre kullanımı başlıyor. Yağmurlar çok iyi gitmekte. 50’de başlayan Kore Savaşı tarım ürünleri talep ve fiyatını yükseltmiş. CHP’nin biriktirdiği 245 milyon dolarlık altın ve döviz rezervi var, dokunulmamış. Sanayi olmasa bile ticaret canlanıyor.
Sonuçta 1950-53 arasında kişi başına gelir % 28, ihracat da 1,6 kat artıyor. Ülkenin yüzde 70’ini oluşturan köylünün “cebi para görmeye” başlıyor ki, artık hep DP’ye oy verecek.
54’e kadarki dönemde demokrasi de yükselmekte. BM üyeliği sonucu 1945’te başlayan liberalleşmeye devam. Gayrimüslimlere Lozan’daki hakları nihayet verilmeye başlanmış; çok mutlular. Doğu’da meşhur “jandarma dayağı” tavsıyor. TBMM’deki “Doğulu” milletvekillerinin kulislerde seçmenleriyle Kürtçe konuştukları duyuluyor artık.
Sonuç olarak 54 seçimlerinde DP daha da büyüyor. Milletvekillerini 87 artırarak 503 yapıyor, CHP ise 38 düşerek sadece 31 çıkartabiliyor.
***
Fakat Kore Savaşı bitmiş, uluslararası piyasada tarım ürünleri bollaşmış ve ucuzlamıştır. Türkiye ise tarımsal genişleme sınırına ulaşmıştır. Yağışlar da durmuştur.
Hepsinden önemlisi, yandaş girişimcilere dayalı “Görülmemiş Kalkınma” tasarruf ve plan-programdan tamamen habersiz. Merkez Bankası kefen parasını bütçeye aktarmak henüz icat edilmediği için (ayy, burası kalemimden kaçtı!) bütçe açıkları para basılarak karşılanıyor. Enflasyon 1952’de % 0,8’ken 54’te % 11’e, 56’da % 16,8’e, 57’de % 18,7’ye çıkıyor.
ABD yardıma devam için istikrar tedbirlerini şart koşuyor. 54’te IMF enflasyonu durdurmak ve dış ödemeler açığını kapatmak için devalüasyon öneriyor. Fakat 54 seçim yılıdır; Menderes reform yapmayı reddediyor. 1956’da 2,80’den 6 TL’ye çıkarmayı reddettiği doları 1958’de 9 TL’ye çıkartmak zorunda kalacağını henüz bilmiyor.
***
Suriye Bunalımı’nın tarihi olan 1957’ye gelelim. O yıl da seçim yılı çünkü berbat giden ekonomik ve siyasal süreç yüzünden Menderes seçimi bir yıl öne almış.
Hem 54 seçim sonucunun getirdiği sarhoşluktan hem de ekonomik batağa saplanmanın getirdiği panikten, seçim sonrasında DP kendini kaybediyor. “Milliyetçi” duyguları üç ana unsur üzerine püskürtüyor: Gayrimüslimler, Kürtler, solcular başta olmak üzere tüm muhalifler.
1) Gayrimüslimler: Geçen hafta yazdım; Kıbrıs olayını kullanarak 6-7 Eylül 1955’te İstanbul, İzmir ve hatta Mardin’de Gayrimüslimlere vahşi bir pogrom düzenliyor. Pogrom, çoğunluğun devlet eliyle azınlığa saldırmasının adı.
2) Kürtler: Örneğin, Musa Anter Ağustos 59’da “Kımıl” adlı bir şiir yayınlayınca “49’lar Davası” diye anılacak bir Kürt tevkifatı (Cumhuriyet ve Ulus gazetelerinin de ortalığı velveleye vermesiyle) başlatılıyor.
3) Solcular başta, tüm muhalifler: 54 sonrasını beklemeye lüzum yok, o Soğuk Savaş havasında DP daha bismillah demeden solculara “ayrıcalık” tanımış: Ekim 1951’de meşhur “51 Tevkifatı”nı başlatıp solcuları toplatıyor.
Ama ötekiler için bikaç yıl sabretmek lazım: H. C. Yalçın, 1954’te 79 yaşındayken, Ulus’taki yazısı nedeniyle 26 ay hapse çarptırılıyor. CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, 1956’da Rize’de esnafı dolaşıp el sıkınca izinsiz gösteriden 6 aya mahkum oluyor. İ. İnönü’nün damadı Metin Toker, çıkardığı Akis’teki yazısından 1957’de “Ankara Hilton”da 7,5 ay ağırlanıyor. Ulucanlar Cezaevi 10. Koğuşta, yani.
Zaten, gazeteler daha basılmadan, “sakıncalı” haberler kurşun dökme sayfalardan “kazınmakta”, gazetelerin oraları beyaz çıkmakta.
DP, üniversite öğretim üyelerine de takıyor. Her zamanki gibi Mülkiye ön hedefte. Menderes’in 24.01.1956 günü “Çanlarına ot tıkamayı biliriz. Ve tıkayabilecek durumdayız” demesinden sonra fakülte dekanı Prof. Turhan Feyzioğlu alınıp “bakanlık emrine” veriliyor. Ardından da Coşkun Kırca, Şerif Mardin, Münci Kapani ve gözaltına alınmış Muammer Aksoy adlı hocalar istifa ediyorlar. Son sınıfın dersleri “yeni bir iş’ara kadar geçici olarak tatil”.
Bu arada, 6 üst düzey yargıcın emekli edilmesi, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 13. maddesinin değiştirilerek polise “hedef gösterilmeksizin ateş açmak” yetkisinin verilmesi gibi ayrıntılar da var.
***
Ekonomi bitmiş, demokrasi paydos. Gelip çatan 27 Ekim 1957 erken seçiminde DP 79 milletvekilliği kaybederken, CHP 147 artırıyor. Bu vahim durumda DP, kurtuluşu iki girişimde görecektir:
1) Kamuoyunun dikkatini ekonomik sorunlardan uzaklaştırmak;
2) 1955’ten beri ekonomik yardımı gitgide kısan ve koşula bağlayan ABD’ye Türkiye’nin Ortadoğu’daki büyük önemini hatırlatmak.
Bu ikisini de aynı anda sağlayacak olay, halkın milliyetçilik hislerine hitap ederek Suriye’yi işgale kalkışmaktır.
Fakat birinci girişim nafiledir çünkü ekonomi düzelmemektedir, iktidar ülkedeki kutuplaşmayı en üst düzeylere taşımaktadır, muhalefet güçlenmektedir. Hele kutuplaşma korkunç: Zamanın meşhur tabiriydi, “[DP ve CHP] kahvehaneler[i] ayrıldı” denirdi.
İkinci girişim de nafile, çünkü 4 Ekim 1957’de SSCB Sputnik’i atmıştır ve bu onun da artık kıtalararası balistik füzelere sahip olduğu anlamına gelmektedir, yani ABD artık rakipsiz değildir, hatta geriye düşmüştür. Menderes’in 180 derece dönüş yapıp Moskova’yı ziyaret tehdidi de işe yaramaz.
***
Küçükken, sesi gidip gidip gelen AGA marka radyomuza kulağımı yapıştırarak dinlediğim, galiba tarihçi Feridun Fazıl Tülbentçi hazırlıyordu, “Tarihten Bir Yaprak” programı geldi aklıma. Taklit edeyim dedim.