Daha doğrusu, besteci Muzaffer Özpınar’ın şarkısına değil de AKP+MHP yönetiminin söylemine uygun olması için, “Allah’ım, Beni Baştan Yarat!” diyelim.
Çünkü Çakıcı’ya dayanan Bahçeli sayesinde ayakta duran Tek Adam Yönetimi’nin “re-form”la yani form değişikliğiyle düzelmesi mümkün olamayacağı için, böylesi bir vaziyeti “rö-nesans”tan yani Fransızcadaki orijinal anlamıyla tekrar-doğuş’tan aşağısının kurtarması mümkün değil.
***
14 Kasım’da “Ekonomi, hukuk ve demokraside yepyeni bir seferberlik başlatıyoruz” diye “reform” müjdesi veren CB ve AKP Gn. Bşk. Erdoğan, ardından 22 Kasım’da, “Geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz” diye ekledi. Pek farkında (ve özellikle de niyetli) olduğunu sanmıyorum ama, rönesans demiş oldu. Çünkü kelimesi kelimesine zikrettiğim bu ifade, Türkiye’yi “reforma tabi tutmaktan” değil, “kurmak”tan bahsediyordu.
22 Kasım’daki bu eklemenin önemi şuradaydı ki, yerli ve milli vaziyetimizin Avrupa’ya bağlı olduğunu ilan ediyor, bu “vaziyet”in nereye varacağını Avrupa’nın nereden geldiğine bakarak anlamanın/yorumlamanın mümkün ve hatta şart olduğunu söylüyordu. Çünkü Avrupa’da Reform’u (1571) mümkün kılan Rönesans (1350-1600) olmuştu. Yani, antik Yunan ve Roma uygarlığının/kültürünün yeniden hayata geçirilmesi yoluyla Ortaçağ’ın (476-1453) sona erdirilmesi demek olan Rönesans. Önce Rönesans, sonra Reform. Kesin sıra bu.
Sıra bu ama, sorun şu ki, Türkiye’nin geçmişinde doğruyu bulmak için “geri getirilecek” miras, Avrupa’dakinden maalesef epey farklı: İnsan’a ve Akıl’a dayalı Yunan-Roma felsefesi ve uygulaması yerine, Mutlakıyet’e ve Din’e dayalı olan Osmanlı-İslam felsefesi ve uygulaması var elimizde.
***
Böyle bir geçmiş, kaçınılmaz olarak, reform’un en önemli olduğu hukuk alanının nereden geldiğini belirliyor. Tarihsel sıramız aynen şöyle:
Osmanlı’nın (analarımıza ilişkin meşhur bir tabire yol açmış olan) kadıları. Cumhuriyet’in mesela Lozan Md. 39/5’e rağmen Dersim’de Türkçe bilmeyen sanıkları tercümesiz idam eden İstiklal Mahkemeleri. Menderes’in sansür edilmedik gazete ve içeri atılmadık muhalif bırakmayan yargısı. 2/ Mayıs’ın Yassıada’sı. Fethullahçıların kanıt imal etmekte uzmanlaşmış yargısı. Şimdi de, KHK denilen insanlık rezaletiyle bikaç yüz bin insanı aileleriyle birlikte açlığa mahkum eden ve 2016’dan beri “FETÖ” diye tutuklaya tutuklaya hâlâ bitiremediği halde, Fethullahçı yargının fotokopisini çektirip kullanmakta olan AKP yargısı.
Burada vahim olan bir şey daha var: Avrupa’nın aksine bizde “yeniden doğuş” için dönüş yapılabilecek parlak bir geçmişi yok yargının. Son iki örnek:
“Kral çıplak” diyen muhaliflere “reform” ilanından sonra âdeta akla zarar biçimde artan baskılar meyanında, ör. 27 Kasım gecesi polisin Van HDP binasını içeride kimse olmadan basması, elektronik aksamı alıp götürmesi, ama onun yerine tahtaya bozuk Türkçeyle “Selam aleyküm biz geldik” yazısı bırakması . Tabii, yukarıda değinip geçtiğim meşhur kadı atasözünde olduğu gibi, hiçbir kovuşturmaya uğramadan.
Bu arada, “Kral çıplak” diyenlere saldıranların âdeta akla inat biçimde korunmaları. Yine 27 Kasım tarihli bir örnek: Van Çatak’ta “helikopterden atıldı/düştü” denilen fakat sonradan askerler tarafından linç edildikleri ortaya çıkan S. Turgut ve O. Şiban adlı köylüler olayının S. Soylu tarafından izahı: “Komutanları da bir terörist tarafından şehit edilmiş. Bir kovalamaca oluyor, hafif böyle yakalarken darplaşma oluyor…” 1 Aralık tarihli son örnek: Hakkari’de palamut toplayan 16 yaşındaki çocuğun askerlerce öldürülmesi olayında valiliğin yaptığı açıklama:“Kaçakçıydı, askerin havaya ateş açması sırasında vuruldu”.
***
Çok çok önemli: AKP kurucularından eski milletvekili Mehmet İhsan Arslan’ın, yukarıda “Fethullahçı yargının fotokopisini çektirip kullanan AKP” dediğim durumu açığa vurması üzerine başlatılan AKP’den ihraç edilme sürecini izliyor musunuz? Şöyle anlatmış:
”İlk aşamada askerî vesayet vardı, adım atamıyorduk. Ne zaman ki ciddi bir mücadeleyle askerî vesayeti ortadan kaldırdık, orada yılana sarıldık. İşbirliği yaptık.”
Türkiye’nin son 4,5 yılını inanılmaz bir netlikte ve üstelik “içeriden” özetleyen şu ifadelerle devam ediyor İ. Arslan:
“Tahmin etmediğimizden fazla onlar işin içine girdi. Hatta onlar lokomotif oldu, biz arkada icraatta bulunduk. Sonra FETÖ’nün vesayeti gündeme gelmeye başladı. Biz bunu fark ettiğimizde irkildik. Ondan sonra da tabii kıyamet koptu.
O güne kadar hukuk içinde kalmaya azami dikkat gösteriyorken 15 Temmuz’dan sonra doğrusu panikledik ve olayın vahameti karşısında ancak yargıyı kullanarak başarılı olabileceğimiz kanaatine vardık. Onların yargıyı kullanırken kullandığı bütün taktikleri, araçları, biz kullanmaya başladık, can havliyle.”
***
Bundan sonra “ne söylesen bir fazla” ama, Ahmet Altan’ın avukatı Figen A. Çalıkuşu’nun, yargıda “reform” değil “zihniyette rönesans” öneren P24 yazısında adları geçen 2 başsavcının durumunu zikretmeden geçmek mümkün değil.
İstanbul Başsavcısı İrfan Fidan’ın ismi, aralarında Bilal Erdoğan, Muammer Güler, Zafer Çağlayan, Erdoğan Bayraktar, Egemen Bağış ve Reza Zarrab’ın da bulunduğu 96 şüpheliye meşhur 25 Aralık soruşturmasından “takipsizlik” vermesiyle duyulmuştu. Sonra, çok sayıda tartışmalı soruşturma ve iddianameye imza atan İstanbul savcılıklarını yönetti: Büyükada davası, Osman Kavala davası (https://tr.wikipedia.org/wiki/Osman_Kavala), Barış Akademisyenleri davaları, Cumhuriyet’e açılan davalar.
Ankara Başsavcısı Yüksel Kocaman’ın ismi ise epey güncel. Helikopterle Bodrum’a balayına, dönüşte de eşiyle birlikte CB Erdoğan’a gitmiş olan Kocaman, AİHM kararına rağmen Selahattin Demirtaş‘ı yeni bir soruşturma yoluyla tutuklayan ve öncesinde Erdoğan’la görüştüğü manşetlere çıkan başsavcı .
Bu iki önemli yargı mensubu hakkında “tenzil-i rütbe”den (rütbe indirme) “tezyid-i rütbe”ye (terfi ettirme) kadar çok yorum yapıldı. Kendi düşüncemi belirtip bitireyim:
İkisi de vazifelerini başarıyla sonuçlandırmış kişiler olarak yaşarken, “reform” diye bir söylem çıkıverdi. Bu yeni ortamda ikisi de yeni söyleme zarar vermemeleri için günah keçisi sıfatıyla o çok kritik görevlerden alındılar. Ama diğer yandan, sana hizmet sunmuş birini tutup attığın zaman sana hizmet edecek adam bulamamak diye bişey var. Yargıtay’a atandılar.
Yani bir yandan tenzil-i rütbe, bir yandan da tezyid-i rütbe. Hangisi kimin işine gelirse.
Önemli Not: Tam bu yazıyı yayına yollayacakken müthiş bir haber geldi: “İrfan Fidan, Yargıtay’daki yeni görevine başlamadan, AYM üyeliğine adaylığını açıkladı.”
Böylece, “o çok kritik görevlerden alınma” anlamını tamamen yitirmekle kalmıyor, daha da önemlisi, reform açıklamaları ortamında Yargıtay bir tür “hülle” basamağına döndürülmüş, Erdoğan’ın AYM’yi fethi operasyonunun çok önemli bir adımı atılmış oluyor.
Berat Albayrak haklıymış: Allah Sonumuzu Hayreylesin!