Baskın Oran

Susurluk ve Ergenekon

Bir haftadır, “Aman, Ergenekon Susurluk’a dönüşmesin” uyarıları var. Susurluk, dağ gibi bir rezalet olduğu halde, davası miki fare doğurmuştu. Ama esas kastedilen o değil. Ülkeyi Derin Devlet’ten arındırabilecek böylesine muazzam bir olanağın bir biçimde karikatürleştirilerek unutturulması kastediliyor. Ergenekon da öyle olmasın, deniyor.

Arınma fırsatı

3 Kasım 96’da Susurluk civarında bir Mercedes bir kamyona arkadan toslayınca, Derin Devlet-Mafya yelpazesi açılıverdi. Nasıl günümüzdeki generaller, gün gelip de darbeden yargılanacaklarını akıllarının ucuna bile getirmedilerse, o zaman da böyle bir enselenmeyi ilk defa yaşayan Derin Devlet’in feleği şaşmıştı. Bu şaşkınlık, bu pisliğin temizlenmesi için bulunmaz nimetti. Eğer olay derhal usulünce magazinleştirilip yozlaştırılmasaydı, tabii. Öyle bir yozlaştırma ki, ana çekirdeği askerden oluşan Derin Devlet’in yediği bu darbe, dört ay sonra askere hükümeti düşürme olanağı verdi!

Çok basit oldu operasyon: Bir gazeteci-kameraman ordusu eşliğindeki polis, dünyanın en garip ve gariban topluluğu olan Aczmendilerin başörtülü lideri Müslüm Gündüz’ü 28 Aralık 96’da Fadime adlı genç bir kadınla bastı. Yarı çıplak görüntüleri TV’lerde başka habere yer bırakmadı. Hemen, Fadime’nin imam nikahlı eşi Ali Kalkancı’nın resmi nikahlı eşi Emire devreye (ve TV stüdyolarına )  girmiş, kadın kadına bir tokuşma da başlamıştı. TV’den gözünü alamayan insanlar “Heriflere bak! Zaten ne numara varsa bu hacı-hoca takımında var!” diye homurdanmaya koyuldu. “Başka habere yer bırakmadı” demek aslında yanlış, çünkü bir de “dinciler”in fi tarihinden beri söyledikleri banttan dizi halinde veriliyordu.

Tüm medya bu hale bir tek ev baskınıyla mı dönüşüverdi? Tabii ki hayır. Refah’ın güçlenmesi üzerine askerlerin kurduğu Batı Çalışma Grubu, uzun zamandır kamuoyunu doldurmaktaydı. Öyle ki, o histeri ortamında hiç kimse düşünmedi Refah’ın güçlenme nedenini. Solu ortadan kaldırınca oluşan “manevi boşluğu doldurmak için” askerlerin 12 Eylül’de Türk-İslam Sentezi’ni getirmiş olduğunu…

Refahçılar da kaşındı ama…

Tabii, kendilerini dev aynasında görmeye başlayan Refahçılar da bol bol malzeme verdiler: “Hizbullah olmayanlar, Hizb-i Şeytan’dır” (Şevki Yılmaz), “Selanikli biri benim atam olamaz. Ben velet-i zina değilim” (Hasan Mezarcı). “Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır” (R. T. Erdoğan), “Şimdi mesele, İslam’ın yumuşak biçimde mi yoksa kanla mı geleceğidir” (Erbakan). Bir de 28 Haziran 96’da birinci parti olarak iktidara gelince, tam buldumcuk oldular. “Bekledik, biraz daha bekleyeceğiz. Ey Müslümanlar, sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, nefreti ve bu inancı eksik etmeyin” (Şükrü Karatepe, 10 Kasım 96) gibi şımarıklıklar başladı. Erbakan 11 Ocak 97’de Başbakanlık konutunda sarıklı-şalvarlı hoca ve şeyhlere iftar verdi. İnsanlar gerçekten korkmaya başladılar, şeriatın kapıda olduğundan.

Bu yaratılmış korku, o ortamda askerler tarafından çok iyi “değerlendirildi”. 11 Şubat’ta Ankara ’da Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü. Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın “İrtica, PKK ’dan daha tehlikeli” demeci. 25 Şubat’ta Türk-İş, DİSK ve TESK’in “Laiklik ve demokrasi sahipsiz değil” bildirisi. 9. Senfoni’nin icra edildiği konserde Cumhurbaşkanı Demirel’in “İşte çağdaş Türkiye !” söylevi. Ve askerin ünlü 28 Şubat muhtırası. Erbakan’ın istifası. Ohh, şükür, büyük rahatlama.

“Sahi yahu, Susurluk …”

Sadece, bu histeri ortamında unutuluveren bir şey vardı: Susurluk! Her gece yurt çapında milyonlarca kişinin saat 21’de elektrikleri sürekli açıp kapatarak pencerelerden ıslık çalmasıyla, muazzam bir kitle protestosu başlamıştı. “Derin Devlet” teriminin daha olmadığı o günlerde bu “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” kampanyası “mafyayla ilişkisi olan milletvekilleri yargı önüne çıkana kadar” sürecekti. Ama o ortamda kolayca “irticaya karşı”ya dönüştü. Tabii, “Gulu gulu dansı yapıyorlar” diyen Erbakan ve “Mum söndü oynuyorlar” diyen Şevket Kazan gibilerin de katkısıyla…

Yıllar sonra, Ergenekon Savcısı Fikret Seçen’e verilen tanık ifadeleri Susurluk’un nasıl seks ve irticayla unutturulduğunu ortaya çıkardı. Baskının yapıldığı ev, 1952’de gazeteci A. E. Yalman’ı vurmuş olan ve kendisinden 64 yaş küçük 14 yaşında bir çocukla ilişkiye girmekten 9 Mart Çarşamba günü ceza alan Hüseyin Üzmez’in eviydi. Bugün itibarıyla captagon (uyuşturucu) imalinden tutuklu bulunan Ali’nin, tam o sıralarda, kendisini borç batağından kurtarmak için, Hrant cinayetinden iyi tanıdığımız Tuğg. Veli Küçük’ten para yardımı aldığı iddia ediliyordu. Yine Ergenekon davası kapsamında ifade veren bir tanığa bakılırsa, “rahat” bir hayat yaşamakta olan Fadime, kısa bir dinsel eğitimden geçtikten sonra, Ergenekon sanığı bir gazeteciyle Sisi lakaplı bir travesti tarafından Gündüz’e yollanmıştı. Bunların ne derece doğru olduğu nasılsa yıllar sonra ortaya çıkar. Önemli olan, şu andaki Susurluk’un, yani Ergenekon davasının, nasıl ve kimler tarafından yozlaştırıldığını yıllar sonra değil, şu anda görebilmek.

Susurluk temel üç unsur tarafından bu hale getirildi: 1) Askerler: İslamcıların saçmalıklarından büyük ustalıkla yararlanarak kamuoyunu sürekli şartlandırdılar, 2) Medya: Batı Çalışma Grubu’nun sivil kolu gibi işledi, 3) Yargı: Susurluk’ta çıkan kaçak silahları bile zamanaşımına soktu, korucubaşı Sedat Bucak’a 1 yıl 15 gün hapis verip onu da erteledi, ancak 15 yıl sonra suçlanabilen Mehmet Ağar için şu anda “6 aydan 1 yıla kadar hapis” talep etmekte.

Şu anda askerler, yasal yetki dışına bunca çıkmalarının kefareti olarak, olmaları gereken yere, kışlaya çekilmiş izlenimi veriyor. Medyanın bu sefer elinde bir Müslüm-Fadime yok ama Oda TV’nin sanıldığından daha tehlikeli olduğuna ilişkin bir “kadın muhabir” olayı son birkaç günde başladı hayırlısıyla.

Yargı önemli. Bunca pislik içeren dosya yığınlarından bunalmanın da artırdığı geleneksel bir özensizlik içinde, davayı hiç ilgilendirmeyen şeyleri ayıklamıyor. Darbe olayıyla kişilerin özel hayatını ayırmayı beceremiyor. Hep yapagelmiş olduğunu, tutukluluğu ceza olarak kullanmayı sürdürüyor. Prof. Türkan Saylan’ın evini basmak gibi bir acayiplik, Ergenekon’un ipliğini pazara çıkartmış gazetecilerin tutuklanmasıyla devam ediyor. Savcılar bunu, sanıklara ve avukatlarına göstermedikleri “gizli kanıtlar”la izah ediyor. Hepsinden önemlisi, hükümete değil yargıya bağlı bir “adli polis” hâlâ kurulmadığı için, Emniyet’e teslim olmuş bir tablo çiziyor yargı. Polis ne getirirse imzalıyor. Dahası, Emniyet içinde durmadan güçlendiği söylenen bir dinci akımın vesayetini kuracak tutuklamalara kaydığı izlenimini veriyor. İnsanları davadan soğutuyor.

Susurluk, pisliği temizlemek için büyük imkandı, bağırta bağırta kaçtı. Ergenekon da öyle olmasın ne olur. Yine bir başka olay sırasında öğrenmeyelim Ergenekon pisliğinin derinliğini.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı