Küçük, ama Türkiye için önemli bir ülkeden genç bir öğretim üyesi ziyaretime geldi. Orada Türk dış politikası okutuyormuş. Giriş mahiyetinde, çok geniş ve temel bir soru sordu: “Türkiye nereye doğru gidiyor?”. Cevabım kısa oldu: “Irmağın karşı kıyısına, güneşli kıyısına. Ama sırılsıklam vaziyette ve su yuta yuta”. Önce insanın başını önüne eğdiren bu su yutmaları hızla geçelim, içimize umut dolduran şeyler de var, sonra onları terennüm etmek istiyorum.
Kaşığıyla ver, sapıyla çıkar
Su yutmanın çok çeşitli biçimleri var. Erdoğan, BDP’lileri TBMM’den atma sürecini başlatmış bulunuyor. Bu arada, hazırlanan tasarıya göre, meramını Türkçe anlatabilen ama anadilinin farklı olduğunu beyan eden kişi, bu dili duruşmalar boyunca değil, sadece iddianamenin okunması ve esas hakkındaki mütalaanın verilmesi aşamalarında kullanabilecek. Kendi tercümanını da kendisi getirecek. Üstelik, bunun uygulanıp uygulanmaması tamamen yargıcın takdirine bırakılmış.
Oysa, insanın biraz kendinden pay biçmesi lazım: İslamcılar için başörtüsü neyse, Kürtler/herkes için anadili daha bile fazlası. Üstelik, bizzat TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün söyledi: “Gariban inşaat işçisi düştü, felç oldu. Güçlü işverene karşı haklarını nasıl savunacak? Mağdura da anadilde savunma hakkı tanınmalı” (Milliyet, 25.11.2012).
TRT-Şeş yirmi dört saat yayın yapıyor, oysa Kürtçe hâlâ yasak: Derik Kaymakamlığı, BDP’li belediyenin açtığı kültür ve sanat merkezine Qedrican ve Mizgin, yeni yaptığı parka da Reşide Kürdi isimlerinin konmasına izin vermedi (Taraf, 26.11.2012).
30 yıl yağmacılık talebi
Gelelim, Erdoğan’ın, “30 yılını at sırtında geçirdi” demiyor diye Muhteşem Süleyman dizisi hakkında yargıyı göreve çağırmasına. Bir defa, Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) ‘Falanca padişahın hayatını at sırtında geçirdiğini öne çıkarmamak’ diye bir suç yok. Başbakan’ın bilgisi için söylüyorum, zaten bu padişahın lakabı “Seferî” değil, “Kanunî” idi. Yani, her ilkbaharda, mesaiye gider gibi o savaş makinasının başına geçip Avrupa’ya sefer düzenlemesiyle (yağmaya gitmesiyle) tanınmıyordu. Sarayında oturup kanun yapmasıyla (medeniyet kurmasıyla) tanınıyordu, şükür.
İkincisi, Erdoğan’ın (Melih Gökçek’in “Tükürürüm böyle sanatın içine”sine yaklaşır biçimde) sanata bu müdahalesinin TCK’yla çok ilgisi var aslında: Büyükanıt’ın “Tanırım, iyi çocuktur”unu fazlasıyla aşar biçimde, “Yargı görevi yapanı etkileme” başlıklı TCK Md. 277’yi ihlal etti. Cezası 2 ilâ 4 yıl hapistir. Üçüncüsü, başbakan artık halkın ne seyredip ne etmeyeceğine de karışmaya başladı. “Bende de böyle başlamıştı” diye bir fıkrası da vardır ama anlatmayayım. Dördüncüsü ve bence en önemlisi, bu skandalları yarattıktan ve ne zihniyette olduğunu apaçık gösterdikten sonra, üstüne bir de “Başkan” seçilmeyi umuyor…
Toplamda, işin vahim tarafı maalesef şu: Bunları yaparken Başbakan Erdoğan kendi içinde tamamen tutarlı. Çünkü artık her fırsatta Batı’ya sefer düzenlemeye başladı. Obama’ya dümdüz gitmesinin ardından, Mısır Başbakanı Hişam Kandil’e şunu söyledi: “Bilesiniz ki Batılı güçlerin bütün derdi, İslam dünyasını kendi içinde paramparça etmektir, parçalamaktır” (Cumhuriyet, 18.11.2012). Aman yarabbi! Bunu söyleyen kim? Bizi niye almıyorsunuz diye AB’yi devamlı kınayan bir başbakan ve ayrıca Medeniyetler İttifakı hareketinin eşbaşkanı! Allahtan, toplantıda münasebetsiz bir gazeteci çıkıp: ‘Hişam Kandil’in adından aklıma geldi: Gazze’yi bombalayan İsrail’i kınıyorsunuz, ama kendiniz gidip Kandil’i (ve Uludere’yi) bombalıyorsunuz’ dememiş.
Batı’ya durmadan vurmaya başlamak, son Patriot olayıyla ilginç biçimde eklemleniyor. Demek ki Avrupa’nın en büyük ordusu, dünyanın sekizinci büyük ordusu, Türkiye’nin medar-ı iftiharı, ülkenin en büyük masraf kalemi TSK boy ölçüşemiyor Esad’la ki, Patriot’ları getirtiyoruz, ikna edemediğimiz NATO’yu işin içine bu şekilde sokmaya çalışıyoruz. Bu mesele ayrı yazı konusu yapılmaya değer.
Bu arada, Türk dış politikasının en büyük ve yararlı icadı “Yumuşak Güç”ü, daha yeni doğmuşken, maalesef tarihe karıştırdık. Yetvart Danzikyan Radikal.com.tr’de enfes özetliyor (26.11.2012): “Altay” tankı, “ANKA” insansız hava aracı, “MİLGEM” savaş gemisi, “ATAK” helikopteri, “Kirpi” zırhlı aracı seri üretimi başlıyor. Ve bütün bunlar, dediğim dedik bir “Başkan”ın başkomutanlığında olacak. Bırrr. Bu sivil vesayet bile değil yahu. Askerî vesayetin üniformasızı. Amerika’nın küçüğü, İsrail’in büyüğü.
Güzel şeyler de oluyor
Yaşayabilmek için, “içimize umut dolduranlar”a her zaman yer olmalı. Siirt Valisi Ahmet Aydın konuştu: “O çocuğa ben bir şeyler verseydim, o çocuk dağa çıkmazdı, demeniz lazım” (Taraf, 25.11.2012). Diyarbakır Başsavcılığı, “Dağda ölen teröriste ağlamıyorsanız insan değilsiniz” diyen Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven’e takipsizlik verdi (Milliyet, 23.11.2012). Kültür Bakanı E. Günay, Ankara’da Kürtçe Hamlet oynattı. Takdir edilesi bir tarafsızlık portresi çizmekte olan Cumhurbaşkanı Gül, Köşk’te Muharrem iftarı verdi. Başbakan Erdoğan, valilerin işbaşına seçimle gelmesini ortaya attı. Evet, Kürtlerin oyunu alırım diye yaptı ama, yine de büyük sevaptı. B. Trakya’daki şikayetlerin, 1994’ten, yani Yunanistan’da valilerin seçimle gelmeye başlamalarından sonra ciddi ölçüde azaldığını duymuş muydunuz?
Nihayet, belki sizin için değil ama, “sadece hoca” olan benim için çok şey ifade eden bir olay daha var: SBF’de 34 öğrenci, bu yıl hocaları Murat Sevinç’le birlikte, not alma diye bir kavram olmadan, 11 tane gönüllü seminer yaptılar ve 2007’den beri anayasa yapmayı beceremeyen bir ülkede anayasayı ele aldılar. Mülkiyeliler Birliği geçenlerde sonuçları yayınladı. Çok güzel gelmedi mi size de?