Bir anayasa değişikliği yaparak, devlet büyüklerimizin uçağa binmesini yasaklamak lazım. Nereye gideceklerse trenle, otomobille, gemiyle gitsinler. En lüksünden. Ama uçakla gitmesinler.
Çünkü, uçuyorlar. Fena halde uçuyorlar. Sırayla Kenan Evren uçtu, Turgut Özal uçtu, Süleyman Demirel uçtu. Hep uçak yolculuğunda uçtular. Sonra da yere inince uçmayı bıraktılar.
Amerika’ya uçakla giderken Başbakan Mesut Yılmaz da uçtu. “AB’nin Haziran zirvesinde Türkiye adaylar arasında ilan edilmezse, üyelik başvurumuzu geri çekeriz”, dedi.
Şimdi M. Yılmaz da ABD dönüşü uçak yere inince, uçmayı bırakacak. Ama olan yine Türkiye’ye olacak. Ciddi bir ülke olmadığı bir kere daha tescil edilecek.
Ve AB Türkiye’yi korkunç kalabalığı, dizboyu enflasyonu, inanılmaz insan hakları sabıka kaydı yüzünden bile değil, korkarım sırf ciddi ülke olmadığı için almayacak. Çünkü, bu fazlasıyla yeterli.
Bakın, ciddiyetsizliğe kocaman bir örnek vereyim:
Bu ayın başında Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince aleyhine sonuçlandırılmış bir davada tazminat ödemeyi reddetti.
Aslında, Türkiye bu çorap söküğü gibi gelen (ve daha çook gelecek olan) tazminatları gık demeden ödüyordu. Hatta, Mahkeme’nin tazminata karar vermesine gerek bile kalmadan, anlaşmaya giderek ödüyordu. Ve hatta, insan haklarından sorumlu bakan Hikmet Sami Türk 7 Kasım’da bir demeç verdi: Bu tazminatlar hangi devlet memurunun yüzünden başımıza patlıyorsa, devlet o memura rücu edecekti. Yani, parayı ona ödetecekti.
Olayımız çok kısaca şöyle: Loizidou adlı bir Kıbrıslı Rum kadın, KKTC’de kalan mülküne el konması nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna bireysel başvuru yapıyor. Komisyon kendisini haklı buluyor. İkinci aşama olan Mahkeme’ye havale ediyor. Mahkeme 18 Aralık 1996’da Türkiye’nin aleyhine esas kararı veriyor.
Tazminat kararı Ocak 98’in ikinci yarısında görüşülecek ve herkesin kabul ettiği gibi Türkiye para (yada en azından mahkeme masraflarını yada Loizidou’nun mallarının bedelini) ödemeye mahkûm edilecek. (Bizim “titiz” basınımız tazminatın da çıktığını yazdı. Ben de az kalsın yanlış yapıyordum ki, yd. doçent arkadaşım Gökçen Alpkaya İnternet’ten bakıp uyardı!)
Türkiye, daha tazminat kararı çıkmadan, tazminatı ödemeyi reddediyor. Çünkü hem Kıbrıslı Rumlarla yapılan görüşmelerde çok zor duruma düşecek, hem de tazminatlar çorap söküğü haline gelecek.
Türkiye bu “ilginç” tavrı takınırken hangi gerekçeye dayanıyor?
Diyor ki: “Davanın muhatabı ben değilim. KKTC’de benim anayasam uygulanmıyor. Ben bireysel başvuruyu kabul ederken, sadece ‘TC Anayasasının uygulandığı sınırlar içindeki topraklarda Türk kamu makamlarının fiillerine ve ihmallerine dair iddialar’ için kabul ettim. Böyle bir çekincem (rezerv, ihtirazi kayıt) var”.
Türkiye 1987’de bireysel başvuruyu kabul ederken başka çekinceler de koymuş. Aynen şöyle demiş: “(Sözleşmede yer alan) ‘demokratik toplum’ kavramı, Türk Anayasasında yer alan ilkelere ve özellikle Anayasanın başlangıç kısmı ve 13. maddesine uygun olduğu şeklinde anlaşılmalıdır”.
Yani, açıkça, “Ben Avrupa demokrasisini kendi anayasama göre anlarım” demiş. Anayasa dediği de, demokratik toplum’un d’sini kabul etmeyen 1982 Anayasası!
Ama, bu da önemli değil. Önemli olan şu:
Bir devlet bu Sözleşmeye ancak katılma ânında çekince koyabiliyor. Sözleşmenin 64. maddesi aynen şöyle diyor:
“Bu sözleşmenin imzası yada onay belgesinin sunulması ânında her devlet Sözleşmenin belli bir hükmü hakkında, o zaman kendi ülkesinde geçerli olan bir yasanın bu hükme uygun bulunmaması oranında çekince koyabilir. Genel nitelikte çekince konulamaz”.
Türkiye Sözleşmeye katıldığı 1954 yılında gerçekten böyle bir çekince koymuş: Tevhid-i Tedrisat Kanunu hükümlerini saklı tutmuş. Bu, geçerli.
Ama, Sözleşmenin 25. maddesi gereğince Bireysel Başvuru hakkını 1987’de tanırken ve 46. madde gereğince Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin zorunlu yargı yetkisini de 1989’da kabul eden bildirimler yaparken, ayrıca çekince (hem de, genel nitelikte çekince!) koyma yetkisi yok Türkiye’nin.
Zaten bizim sevgili 12 Eylülcüler bunu öğrendiklerinden, koydukları çekincelerin başına “çekince” diye yazmamışlar. “Yorum” diye yazmışlar. Şark Kurnazlığı!
Ama, Avrupa Konseyinde Şark Kurnazlığı sökmüyor. Avrupalıların Avrupalı kurnazlığı söküyor sadece. Avrupalılar önce 1987 ve 1989’da bırakıyorlar 12 Eylülcüler istedikleri kadar “Yorum” adı altında çekince koysunlar. Ondan sonra da, günü gelip önlerine bir dava gelince, bastırıyorlar kararı!
Nitekim, Mahkeme Türkiye’nin “Benim anayasam Kıbrıs’ta uygulanmıyor” gerekçesini 23 Mart 1995’te, “Bu olayın başlangıcı benim bireysel başvuruyu kabul ediş tarihimden öncedir” gerekçesini de esas kararın verildiği 18 Aralık 1996’da reddediyor!
Rahmetli Münci Kapani Hoca, İnsan Haklarının Uluslararası Boyutları kitabında şöyle diyordu (Bilgi Yayınevi, 1991, s.58):
“Adına ne denirse densin, (bunlar) aslında birer çekince niteliğindedir. Bunların kabul edilebilir olup olmadığına zamanı geldiğinde İnsan Hakları Komisyonu karar verecektir. Komisyon, Türk hükümetinin ‘yorum’larını geçersiz saydığı takdirde -ki bu güçlü bir olasılıktır- ne olacaktır?”
İşte Hoca’nın “güçlü olasılık” dediği olay şimdi patlak vermiş bulunuyor. Bunlar hep 12 Eylül’ün ve kuyruklarının başımıza sardırdığı pislikler. Şimdi temizleyebilirsen temizle.
Türkiye imzasına uysa, Kıbrıs’la ilgili davaların sonu gelmeyecek. Uymasa, AB’ye girmeye kilitlendiği bir sırada, Avrupa Konseyiyle alay etmiş olacak.
Saygıdeğer kimi kalemler, AB’nin ikiyüzlülüğünü yazıyorlar. “Bizi Gümrük Birliğine alırken, insan hakları demediler” diyorlar.
Gümrük Birliği bir ticarî olay idi. Bir para olayı. Paranın milliyeti, dini, imanı, Allahı, insan hakları, o yüzü, bu yüzü olur mu? Heriflerin ağzının suyu akıyordu girelim diye, Çiller de bayıla bayıla balıklama daldı.
Şimdi, Avrupa’nın 2 yüzlülüğünü bırakın da, 2 ucu pis bir değneği elinden bırakmayan çocuğa “elim sende” bile oynatır mısınız, onu söyleyin.