Baskın Oran

Sandviçin doyulmaz lezzeti

“Seni seviyorum” demek bizim devrimizde tabuydu. Şimdi neredeyse müptezelleşecek kadar yayıldı. Böyle bir dönemde “Ben Mehmed Uzun’u çok seviyorum” demek zor geliyor. Ama, şarkıdaki gibi, “Seviyorum işte, var mı diyeceğin”.

22 Temmuz seçim kampanyası sırasında gazetelere demeçler vererek, DTP İstanbul il örgütünün genel merkeze rağmen çıkardığı Kürt adaya karşı hayatta hiç yüzünü görmediği ve sesini duymadığı bir Türk’ü desteklediğini açıkladığı için mi? Telefon edip, benimle birlikte olduğunu sıcacık sesiyle tekrarladığı için mi? Belki payı var. Ama belki’si olmayan birşey de var:

Çünkü bendeniz bir sandviçim. Bir yandan ifade özgürlüğü istediğim için devlet bastırıyor, diğer yandan 1960-70 ezberlerini sorguladığım için kimi sosyalistler; daha doğrusu, kendileri de farkında olmadan, Sosyalist Kemalistler. Ayrıca, bir yandan 1915’in bir insanlık suçu olduğunu söylediğim için Kemalistlerin aşırıları lanetliyor, diğer yandan “jenosit” terimine şiddetle karşı çıktığım için Ermeni diasporasının aşırıları. Bendeniz bunların arasında bir sandviçim.

Mehmed Uzun da sandviç. Bir yandan Kürt kültürünü ve dilini nakış gibi işlemekten asla ödün vermediğinden ve geçmişinden dolayı devlet bastırıyor, bir yandan da kimi Kürt diasporası internet siteleri aşağılıyor. Suçu, “…bir dava sırasında savunma adı altında Kürt ve Kürdistan davasını savunanlara TC damgalı literatürün ötesinde hakaretlerde” bulunmak. “Benim görevim bölücülük yapmak değil, birleştirici olmaktır” diye konuşmak. “Bölücülüğü sadece bir aptallık olarak değil aynı zamanda tehlikeli bir düşünce olarak da görüyorum” demek (www.kurdinfo.com – 23 Temmuz 2007). Yani, emir komuta zincirine uymak yerine oturup düşünmek ve tahlil yapmak. Her türlü otoriter iktidarın gözünde büyük suç.

Bendeniz koyu bir Kemalist milliyetçi çekirdekten, karanlık bir ummanda kulaç ata ata, şu anda bulunduğum noktaya ulaştım. Mehmed Uzun 22 yaşındayken yani 1975’te, (şimdi o da çok saygıdeğer bir vatanseverlik çizgisinde olan) Ruşen Aslan’la birlikte Kürt hareketinin hâlâ aşılamamış dergisi Rızgari’yi çıkarıyor. Rızgari, Şeyhmus Diken’in deyimiyle “Kürtlerin Birikim dergisi” yayınlandığı yıllarda. Burada çok ciddi bir entelektüel çabayla yoğun Kürt milliyetçiliği yapıyor Mehmed. Derginin Türkiye fikir yaşamına getirdiği çok önemli iki tez var: 1) Sömürge Teorisi; 2) Ezen ulus-ezilen ulus milliyetçiliği ayrımı. Yani Türkiye Kürdistan’ı iç sömürge olarak kullanıyor. Ezen ulus (Türk) milliyetçiliği de kötü, oysa ezilen ulus (Kürt) milliyetçiliği iyi. İkisi de döneminin Antiemperyalist Sol Kemalizminin damgasını taşımakta.

İşte o Mehmed Uzun; kendi halkının kültürü için başı dimdik çarpışan, ona aynen Shakespeare gibi sayısız kelime kazandıran, ama milliyetçiliğin kaçınılmaz ayıracı olan “karşı tarafı düşmanlaştırma”yla da aynı biçimde çarpışmaktan şu kadarcık çekinmeyen bugünkü Türkiyeli Mehmed Uzun’a dönüşüyor. Onun 22 yaşındaki halinde kalıp kalıverenler, özellikle de Kürt diasporasının kimi elemanları, 1930’larda kalıp kalıvermiş devletle elele onu sandviç ediyorlar şimdi. Allahtan ki, halk ve ülkedeki entelektüel birikim ne yapacağını inadına çok iyi biliyor. Mehmed Uzun’a bunca yoğun ilginin ve sahip çıkmanın başka izahı yok.

Soyu ve dini hiç fark etmez. Diasporanın zorluklar içinde çalkalanan doğası, aşırılıklara ve irrasyonelliklere müsaittir. Çünkü o bir yandan vatanından ayrı düşmenin ıstırabını yaşarken, bir yandan da bireye saygı gösteren bir ülkededir; güvencededir, istediğini konuşabilme lüksüne sahiptir, ifade özgürlüğünün basbayağı cesaret işi olduğu anavatanda farklı şeyler söyleyenlere iyi yaklaşmayabilir. Ayrıca, gurbette asimile olmamak için “katı” olmak mecburiyeti vardır; aynen cezaevinde senin kimliğini yok etmek için sana empoze edilen tek tip giysiye direnmek mecburiyeti gibi.

Buna, oralara gidip de işsizlik sigortası almak yerine oturup eser vermiş, modernlikle gelenekselliği yoğurmuş, 3 dilde yazmış ve 22 dilde yayınlanmış, ama bunları başarırken siyasete hiç bulaşmamış olan birini bir miktar kıskanmayı da ekleyebilirsiniz. Bu söylediklerimin, tekrar ediyorum, soy ve dinle hiçbir ilgisi yoktur. Diaspora olmak mecburiyetinde kalmakla vardır. ABD’deki Türkler, Fransa’daki Ermeniler, Almanya’daki Kürtler, hatta ve hatta İsveç’teki Süryaniler, hiç fark etmez. Diaspora, zor meslektir.

Ne zor iş yarabbi!

Gerçekleri açıkça söylemek ve yazmak zor iştir ama, herhalde zorların en zoru, gerçekleri gizlemek için dokuz takla atmaktır.

Mehmed Uzun’la tanışma mutluluğuna erdik, Diyarbakır’dan dönüyoruz, THY’nin Skylife dergisinin Ekim sayısını karıştırırken “Sadece sessiz/Simply silent” başlıklı bir gezi yazısı ve enfes resimleri. İlk sayfasındaki tam yarıdan bölünmüş kilise fotosu hemen ünlü Ermeni harabe-kenti Ani’de olduğumuzu anlatıyor.  Sonuna kadar okuyorum ve çok başarılı buluyorum. Cidden muazzam başarı, çünkü hayrettir ama “yazar” (aynı zamanda fotoları da çekmiş, yani sanatçı) dokuz sayfa boyunca “Ermeni” kelimesini bir defa bile geçirmemeyi başarmış. Kilise süslemelerinden bahsedecek, “Hıristiyan mimarisinin süsleme örnekleri” diyor (s.80). “Tigran Homents Kilisesi” ve “Büyük Kral II. Gagik tarafından yaptırılmış Abughamrent Gregor Kilisesi” gibi terimler (s.82) bu işten anlayan bir avuç insana “aman, durun, söylüyor, şimdi söyleyecek!” dedirtiyor ama, Ermenilere bütün gönderme bu “kripto”lardan ibaret.

Pardon, bir de Büyük Katedral’den söz ederken aynen şöyle diyor: “Armen mimarisinin başyapıtlarından”. Korkma be yazar-sanatçı, bir “i” daha koy be! Benden olsun be! Ölmezsin be. Yürü be.

Tabii, kentin adına da “Ani” demiyor. “Anı” diyor. Hatıra, yani. Zaten bu gezi yazısında benim en hoşuma giden pasaj da, geçenlerde milliyetçilerimizin protestoları arasında restore edilip açılan Ahtamar kilisesini Akdamar deyip ulusallaştırdığımız gibi, Ani’nin Türkleştirildiği pasaj. Yazının doruğu, “Telaffuz hatası” ara başlıklı bu bölüm zaten (s.76):

“Deniyor ki Evliya Çelebi de Seyahatnamesi’nde ‘An şehri’ dermiş zaten. Latince yazıtlarda büyük harfle ‘ANI’ olarak geçen isim, batı kaynaklarında yer almaya başladığı dönemde küçük “ı” olmadığı için, ‘Ani” olarak yazılmış. Bu isimle ilk defa karşılaşanlar da başka bir bilgi olmadığı için bu şekilde okumaya başlamışlar. İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü haritalarında da “ı” kullanılırken, dünyaca ünlü yerel rehber Celil Ersözoğlu 1949’daki depreme kadar çevre mağaralarda yaşamını sürdürmekte olan yerleşik halkın da ‘Anı” diyor olduğunu ve diğer kullanımın tamamen bir telaffuz hatası olduğunu vurguluyor”.

Hocanın biri, hâşâ huzurdan, Allah’ı anlatıyormuş: “Ne yerdedir, ne göktedir, ne sağdadır, ne soldadır…”. Bektaşi dayanamamış: “Sen şuna yok diyeceksin ama, dilin varmıyor”. Bir de, Kadir Cangızbay Hocanın bundan birkaç yıl önce Agos’ta yaptığı enfes espri aklınıza geliyor. Hani, Kürtlerin “Dağ Türkleri” olması gibi, Ermeniler de aslında “Orman Türkleri” imiş de, biz onlara zaman içinde biraz incelterek “Ormanî” demişiz, oradan “Ermeni” olmuş…

Sadede gelelim. Yazar-sanatçı bize bir kültür ziyafeti veriyor. Tam da böyle ziyafetlerde, sandviçin doyulmaz lezzetini anlıyorsunuz. Çok şükür halimize yarabbi, diyorsunuz…

Önceki Yazı
Sonraki Yazı