Dış politikada, tarihimizin en sıkışık dönemlerinden birini yaşıyoruz. Biz iktisadi ölüm-kalım savaşı verirken, Batılı müttefiklerimizden ABD bizi İMF, Afganistan, Irak diye; AB de Kıbrıs, Avrupa Ordusu, insan hakları diye sıkıştırıyor.
Bu, “Türk’ün ateşle imtihanı”dır. Ve Türkiye, bu imtihan sırasında oturmuş, Salkım Hanım’ın bilmemnesiyle uğraşmaktadır.
* * *
Adam oturup roman yazmış. Başka bir adam da ondan film senaryosu çıkarmış. Kalkıyoruz, “Romandaki Musevi iken, senaryodaki niye Ermeni oluyor?” diye soruyoruz. Benim canım kardeşim, adam tarih yazmıyor. Roman yazıyor. Film senaryosu yazıyor. Mazlum kahraman Musevi olsa ne fark eder, Ermeni olsa ne fark eder? Sen, bu Varlık Vergisi konusunda söylenenler doğru mu, ona bak:
1) Biz, devlet olarak, İkinci Dünya Savaşı sırasında bütçemiz çok sıkıştığı için Varlık Vergisi adıyla bir servet vergisi çıkarmak zorunda kaldık mı? Kaldık.
2) Bu servet vergisini, metninde hiç geçmediği halde, uygulamada D (dönme) ve G (gayrimüslim) kategorileri icat edip, vatandaşımız olan gayrimüslimleri ve dahi taa 17. Yüzyılda Müslüman olmuş insanları mahvetmek için kullandık mı? Kullandık.
3) Zurnanın zırt dediği yer: Bu uygulama yüzde yüz bir ırkçı uygulama mıydı? Evet, maalesef Savaş’ın Nazilerce koşullanan atmosferi içinde öyle oldu.
Peki kardeşim, daha neyi tartışıyoruz? Irkçı uygulamayı Ermeni’ye veya Rum’a yapınca daha çok, Musevi’ye yapınca daha az mı ırkçı oluyoruz? Salkım Hanım’ın orasını burasını karıştırırken, acaba İkinci Dünya Savaşındaki ırkçılığa hiç farkında olmadan arka çıkmıyor muyuz?
Haa, Ermeni diyasporası Türkiye’yi sıkıştırırken böyle bir film yapılması sakıncalı idiyse, o zaman biz İttihatçı olarak seksen küsur yıl önce bir Ermeni sorunu yaratıp 2001 yılında Türkiye Cumhuriyetinin kucağına atmasaydık.
Hadi attık, o zaman şu altın değerindeki sözü hatırlasaydık: “Bir küçük hatayı büyütmek için en sağlam yol, onu müdafaa etmektir”. Kaldı ki, yaptığımız küçük hata değildi. Üstelik, “Kol kırılsın, yen içinde kalsın” diye sustukça biz, Susurluklar ürüyor.
* * *
“Bu gayrimüslimler ülkenin kaymağını yiyorlardı. Milli ekonomiyi onlara bırakamazdık. Milli burjuvazi yaratabilmek için onları tasfiye etmek lazımdı” diyoruz.
O zaman sorarlar: “Milli burjuvazi-komprador burjuvazi diye bir ayrım var mı gerçekten?” Sakın, milli veya komprador; daima rasyonel düşündüğü için, burjuvazinin tek amacı kârın maksimizasyonu olmasın? Cefi Kamhi’nin AB’ciliğiyle Rahmi Koç’un AB’ciliği arasındaki fark acaba nedir?
* * *
Geçen gün Mülkiyeli abim Hikmet Uluğbay’la konuşuyorduk. Okuduğu çeşitli iktisat tarihi kitaplardan çıkardığı bir sonucu aktardı:
“Saatçilik gibi, dönemi için büyük teknik becerilere sahip bir topluluk olan Huguenot’ların Fransa’dan atılması, Fransa’nın Sanayi Devrimini başlatmak fırsatını İngiltere’ye kaptırmasına yol açmıştır”.
İki kelimeyle bilgi sunayım, çünkü arkasından İttihatçı kafamızı hiç memnun etmeyecek bir yorum gelecek:
Kendilerine mezhep özgürlüğü tanıyan 1598 Nantes Fermanının 1685’te XIV. Louis tarafından geri alınmasının ardından, mezhep baskılarına dayanamayan 250.000’i aşkın Huguenot, kitleler halinde Fransa’yı terk etmek zorunda kaldı. Başta İngiltere olmak üzere Prusya, Felemenk ve Amerika’ya göç etti. Tabii, teknik ve ticari becerilerini de kafalarının içinde götürerek.
Artık bunca yıl kendimizi aldattıktan sonra, milli burjuvazi-komprador burjuvazi diye bir ayrım olmadığını nihayet idrak ettiğimize göre, acaba biz Müslüman Türkler, o zamanlar tek burjuvazimiz olan gayrimüslimleri, cumhuriyetten sonra etkisini zerre kadar yitirmeyen İttihatçı kafamızla 1942 Varlık Vergisi ve 1955 6-7 Eylül gibi olaylarla kaçırtmasaydık, bugün AB’ye girmeye daha yakın kalitede bir ülke olur muyduk, olmaz mıydık?
Bu yazımdan sonra, benim gizli bir gayrimüslim, hatta daha doğrusu, açık bir vatan haini olup olmadığımı araştırıp değerli zamanınızı yitireceğinize, oturup bu söylediklerimi bir anlığına düşünseniz acaba nasıl olur?