Sevgili okurlarım,
Aylardır Diyarbakır’da nâhak yere mahpus yatan Diyarbakır Sur eski belediye başkanı Abdullah Demirbaş benim çok yakın arkadaşımdır.
Çok sevmeyi bir kenara bırak, büyük saygı beslediğim insan:
Türkiye’deki tek gerçek çokkültürcü belediye başkanı olarak Türkçe ve Kürtçeyle birlikte Süryanice, Arapça, Ermenice çocuk dergileri yayınladığı için.
Sur’un aynı sokağına, Kültürler Sokağı’na, hepsini bir arada kondurduğu için: cami, kilise, havra, Alevi evi, Ezidi Evi…
Günlerdir kafa patlatıyorum. Boşa ve doluya koyarak. Bu arkadaşımın, kalıtsal dolaşım sorunu yüzünden mosmor kesilmiş bacaklarıyla Diyarbakır mahpusunda nasıl yavaş ölüme terk edildiğini yazmak istiyorum.
Nasıl yazayım, karar veremiyorum. Çünkü çok yazan oldu. Tekrar etmek istemiyorum. Orijinal ve çarpıcı bir şey istiyorum.
Acaba Abdullah’a haber iletsem, o bana bir mektup yollayıp durumunu direkt anlatsa, doğrudan ben o mektubu yayınlasam?
Ama cezaevi yönetimi dışarı çıkartmaz. Bir biçimde çıkarsa da kendisine disiplin cezası verirler: Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi İle Ceza Ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzük, Md. 91.
***
Ve, Eureka! Sabaha karşı yarı uyanıkken aklıma geldi; hep o saatlerimde gelir böyle şeyler:
Abdullah yazmış-yazmamış ne olacak? Arkadaşımın beynini, kalbini, hayatını, yani ne yazacağını mikron mikron bilmiyor muyum? Bitmiştir!
Çok beğendim aklımı. Bakalım siz de beğenecek misiniz.
Sabah yarı uyanıkken gelen mektup.
Aşağıdadır.
—————————
Sevgili Hocam,
Bildiğin gibi, barış ve çözüm süreci bozulunca tekrar bu işin günah keçisi olarak siyasetçileri tutuklamaya başladılar.
Oysa göreli olsa da, bir çatışmasızlık durumu, bir barış meyvesi yeme durumu gelişmişti. Yozgat’taki ve Şırnak’taki anneler artık sabah uyandıklarında evlatlarının ölüm haberini almayacaklarını bilerek en azından iyi bir uyku çektiler huzur içinde.
Ama ne oldu ise! Birden iktidar hırsı içinde olanlar annelere bunu çok gördüler. Bu meyveyi size yedirmeyiz dediler. İşte Edirne’deki, Yozgat’taki, Diyarbakır’daki, Şırnak’taki anneler göz renkleri farklı olsa da aynı gözyaşını dökmeye başladılar.
Hele hele, bizim aile gibi bunu yaşayan bilir. Hani, damdan düşenin halini damdan düşen bilirmiş; ben de eşimin sabahlara kadar evimizin üstünden uçaklar geçince uykusuz gecelerini bilirim. Sabaha kadar dua ettiğini bilirim.
Hele hele, bir yıl önce bir oğlumuzun dağda diğer oğlumuzun askerde oluşu.
Acaba iki parça karşı karşıya gelir de birbirini yok eder mi kaygısı en büyük ölümdür yaşarken. Buna ölümü yaşamak denir. Kimin hakkı var çözüm ve barış sürecinin masasını yıkarak oralara yeniden bu acıları yaşatmaya.
Zaten onların çocukları ölmüyor ki. O acıyı onlar yaşamıyor ki.
***
Evet hocam, ben suçluyum.
Çünkü ben tek dil yerine çok dillilik dedim. Bir Kürt olarak sadece kendiminkini değil, birlikte yaşadığım diğer halkların dilini de kullandım. Ortak dil Türkçe olmak üzere. Bir Kürt olarak kendim için ne istiyorsam Ermeni’ye de, Süryani’ye de, Arap’a da, Keldani’ye de ortak dil Türkçe’nin yanı sıra istedim. Suçluyum.
Bu suçum yetmezmiş gibi, kendi inancımın yanında farklı inançlara da özgürlük olsun dedim. Cami, kilise, Alevi evi, Ezidi evi, Havra; aynı sokakta farklı inançta da olsa barış içinde bir arada yaşayabilir dedim. Suçum iki kat oldu.
Bir suç daha işledim. Dedik ki, temsilde adalet olsun. Bir şeyin yapımına katmazsanız yıkımına katmış olursunuz diye birlikte yönetmek, birlikte karar almak ve uygulamak dedik. 40’lar Meclisi’yle birlikte Türkiye’de farklılıklarıyla birlikte yaşayabilmek istedik. Papa Francis’i ziyaret ettik. Diyarbakır’da, Türkiye’de böyle bir modelimiz var dedik. Sonra bu modeli Amerikan Kongresi’nde anlattık. Kongre üyesi David Giuliani bize onur plaketi verdi.
Bu da yetmezmiş gibi suçu ağırlaştıran eylemler yapmaya devam ettik. Yerel yönetimler üzerinden barış köprüsü oluşturalım dedik ve Çanakkale (ki çok önemlidir), Şişli, Duhok, Ramallah (Filistin), Mevaseret Zion (İsrail), Gümrü (Ermenistan) belediyeleriyle dostluk ve barış köprüsü kurduk. Dedik ki, barış iktidarlara ve devletlere bırakılmayacak kadar değerlidir.
Evet, suçluyduk hocam.
Biz siyaset yaptık ki evlatlarımız artık gerilla ve asker olarak ölmesin. Biz demokratik siyaset yapalım ki artık ölümler dursun.
Ama biz suç işledik. Acaba beraat etmek için ‘Ey asker, ey gerilla, birbirinizi öldürün!’ mü deseydik?
Diyemezdik çünkü suç olsa da siyaset, benim ciğerimin bir yanı dağda bir yanı askerdeydi.
***
Evet, suçluyum hocam.
Adana’da fuhuş iddiasıyla tutuklanıp sonra tutuksuz yargılananlar kadar değerimiz yoktu bizim. Çünkü biz demokrasi ve özgürlük isteyen tehlikeli suçlulardık. Gün ortasında vatandaşı öldüren emniyet müdür yardımcısı memur olduğu için önce tutuklandı, sonra itiraz edildi tutuksuz yargılandı.
Oysa biz insan öldürmedik. Biz de memurduk, öğretmendik. Ama siyaset yapan idik, tehlikeli idik. Hakkımızda 5 tane üniversitenin (Ege, Ankara, Dicle, İstanbul Çapa, Diyarbakır Araştırma) raporuna ve İstanbul Çapa Adli Tıp Anabilim Dalı’nın “Cezaevi koşulları hayatî risktir ve uzun süre yaşama imkanı yoktur” şeklindeki raporuna rağmen 08.08.2015 tarihinde tutuklandım.
***
Evet, suçluyuz hocam. Ölmemiz isteniyor. Bilirsin ki evlatlarımızın ölmemesi, Türkiye halklarının ortak vatanda farklılıklarıyla eşit ve özgür yaşaması için suç işlemeye devam edeceğiz.
Ama bir genç bize sorarsa, “Siz siyaset siyaset diyorsunuz, işte siyasetin sonu. Bir fuhuş yaptıran ve insan öldüren kadar değeriniz yok. Siyaset çözüm mü?” diye sorarsa ne yanıt vereceğiz?
Bana bu soru 19.05.2009’da soruldu. Ben o zaman yanıt veremedim. Şimdi sorarlarsa ne yanıt vereyim hocam?
Ben tüm Türkiye’ye soruyorum. Beni bu tıbbi raporlara rağmen tutuklatanlara soruyorum.
Ben artık cevap veremiyorum.
Ya siz sevgili hocam?
Abdullah Demirbaş
(imza)
***
İşe bu kadar sevgili okurlarım.
Bu gece deliksiz uyuyacağım.
Çünkü çok uykum var.
Çünkü bu sabahın köründe aklımı çok beğendim ama bir daha uyuyamadım.