İnanmayacaksınız ama, bugün saat 16 sularında Mülkiyeliler Birliği Vakfından Deniz hanımı cep telefonundan aradığımda bir erkek sesi geldi, çekinerek sordum: “Affedersiniz, Deniz hanımı aramıştım?”
Koyu bir taşralı aksanla aldığım aynen şu cevaptı ve eğer eksiğim-fazlam varsa şuradan şuraya gitmek nasip olmasın:
“Ben pezevenk miyim lan!”
Buna karşı ne söylediğimi isterseniz söylemeyeyim. Önemli olan aldığım cevaptı…
Sinirimi geçirmek için gerekçe bulmam gerekiyor ya, toplumsal paranoyanın bugünkü düzeyine göre herifinki çok da fazla sayılmaz, diye karar verdim.
* * *
İzin verirseniz, arasıra olduğu gibi önce kısa bir ders yapalım.
1) Kimi ülkelerde zaman zaman dış düşmanlar icat edilir. Bunun temelde iki nedeni vardır: Konuşulmaması istenen bazı şeylerin gündeme gelmesini önlemek için gündem saptırmak, bir de ve daha önemlisi, “onlar bilinci”ne başvurarak (yani, ortak düşmandan söz ederek) toplumda “biz bilinci”ni güçlendirmek. Burada, aklımızda kalması gereken iki önemli şey söyleyeceğim ki, aynı kapıya çıkacak:
Birincisi, bu iki bilinç ters orantılıdır; ikincisi ne kadar zayıfsa birincisine o kadar çok iş düşer. Yani, bir toplumda ortak düşman ha babam de babam durmadan gündeme getiriliyorsa, toplumsal bütünlük o kadar kötü durumdadır. Örneğin, PKK’nın ortalığı dağıttığı 1991-94 arası çok sayıda taksici çamurluklarına bayrak yapıştırıyordu; kaç yıldır bitti.
İkincisi, bu iş kendi kendini tahrip eden (self-destructive) bir mekanizmadır. Çünkü durmadan ısıtılıp insanların önüne konan düşman imajı/imajları sonunda dışa karşı ürküntü yaratır, yani toplumu dışa karşı güçlendireceğine zayıflatır.
2) Bu “dış düşman”ların her zaman bir de iç uzantısı vardır. Örneğin II. Dünya Savaşı ertesindeki Sovyet tehditleri sırasında, Türkiye’deki birkaç yüz komünist büyük gürültülerle durup durup tevkif edilmiştir. O kadar ki, bunların anılarını okursanız, Türkiye Komünist Partisinin serbestken yapamadıkları yıllık kongrelerini fırsattan istifade içeride yapıverdiklerini anlatır!
Bu iç uzantı işi olayın üstüne tüy diker, çünkü o da kendi kendini tahrip edicidir ve bir süre sonra yaratacağı toplumsal paranoya halk arasındaki dayanışmayı güçlendireceğine böler. Herkes birbirinden, baba oğuldan kuşku duymaya başlar. Galiba bu kadar ukalalık yetecek. Olgulara geçelim.
* * *
Bir süredir yoktu, şu sıralarda yine başladı. Önce, Van’da Bedoyan çiftinin Vartan Oteli işi duyuldu. Geçen haftaki Agos’ta vardı: Kadının adı Kristy ve Yahudi asıllı; kocası Victor ise Anadolu kökenli, Ermeni asıllı. İkisi de ABD vatandaşı. Ankara’dan çalışma belgesi, TC Los Angeles Başkonsolosluğundan çalışma vizesi alıyorlar. Van’da halıcı dükkanları varken bir de otel alıp restore ediyorlar. Amerikalılara antipatik gelmesin diye eski adı Sirhan’ı değiştirip oğulları Vartan’ın adını koyuyorlar; hatırlarsanız Robert Kennedy’nin katilinin adı Sirhan Bişara Sirhan idi. Birdenbire işler değişiyor. İstedikleri oturma izni valilikçe reddediliyor. Otele ruhsat verilmiyor, kapatılıyor. Çünkü Vartan “zafer” demekmiş…
1994’te yayınladığım “Devlet Devlet’e Karşı”da vardı. Aralık 1993’te İçişleri’ne bir ihbar geliyor: Büyük gürültü çıkıyor, hemen 6 metropolitin ifadesi alınıyor. İhbar müthiş: “Rumlar Fener’den durmadan ev alıyor. Fener burayı Vatikan Devleti yapacak”. Sonra bir gazeteci tapu kayıtlarını inceledi: 53 yıl içinde Rumlar Fener’den toplam 17 ev alıp Patrikhanede çalışanların oturmasına tahsis etmişler. Olay unutuldu. İhbarcı: Cemaati olmayan, “Bağımsız Türk Rum Ortodoks Patrikhanesi”nin patrik vekili Selçuk Erenerol…
Geçen hafta mesele yine hortlatıldı. Bu seferki ihbarcı: 20 yıldır Hazine’ye ait bir binada işgalci olarak oturan biri. Bölgeyi düzenlemeye girişen Fener Gönüllüleri Derneği kurucuları Ersin Kalkan ve Mustafa Ünal kendisini evden çıkartıp evi almak istiyormuş. Onun ihbarı da aynı: Vatikan Devleti…
Bir de, İzmir’in terk edilmiş Şirince köyünde 6 eski Rum evini aslına uygun restore edip pansiyon yapan Seven-Müjde Nişanyan çiftine yapılanlar var. Selçuk Kaymakamlığı evlerin 5’i için kaçak kararı alıyor, yıkacak. Ben bu çifti biyerlerden hatırlıyorum, gazete arşivime baktım, 29 Eylül 2000 tarihli Milliyet: “Bir Meraklısı İçin Gezi Rehberi” adlı bir Karadeniz kitabı yazmışlar, içinde biyerde Birinci TBMM’deki ünlü muhalif Trabzonlu Ali Şükrü Bey’i katledip Mustafa Kemal’in başını çok büyük belaya sokan ve kendisi de öldürtülen ünlü sadist (gemi kazanında adam yaktığını F.Rıfkı Atay anlatır) Giresunlu Topal Osman’ı Abdullah Çatlı’ya benzetmişler. Eh, sizi de böyle benzetiriz işte, demiş olmalı birileri de.
Ben halkın arasındaki azınlık düşmanlığını doğal karşılıyorum. Bu ekonomik bunalım ortamında ne yapsınlar? Komünizm bitti, komünistlere yüklenme olanağı kalmadı. Birazcık olsun rahatlamak için bir düşman bulmak farz. En müsaiti, “yabancıların içimizdeki uzantısı” gayrimüslimler. Vur.
Ama resmî makamların bu ihbarları ciddiye alıp otel kapatmalarını, kapitalist bir ülkede kimler ev alıyor diye soruşturma yapmalarını, restore edilmiş eski esere yıkım kararı vermelerini, yani uzun lafın kısası paranoya atmosferine katılımda bulunmalarını doğal karşılamıyorum. Bu, ülkeye hizmet değil, bölücülüğe hizmet olur. Derste anlattık ya.