Siyaset biliminin belki bu en güç ve klasik sorusuna değinmek bana çok zor geliyor.
Soru zor olduğu için değil. Özgürlük anlayışı anarşizm sınırlarını zorlayan biri olduğum için.
Çok, ama çok uzun zamandır, en azından yirmi yıldır şuna inanıyorum: Bize ne kadar ve hangi nedenlerle ters gelirse gelsin, başkalarının özgürlüğünü ortadan kaldırmayacak özgürlükler hiçbir biçimde kısıtlanamaz.
(Bunun yerine “Şiddete başvurmayı önermeyen fikir kısıtlanamaz” da demek mümkün ama, sorunu çözmüyor. Çünkü, daha önce şiddet yoluyla engellenmiş olan özgürlüklerin yaşanabilmesi bazan ancak şiddet yoluyla mümkün olabiliyor. Buna siyaset biliminde Fransız Devrimi’nden beri “Direnme Hakkı” deniyor. 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin daha 2. maddesi, dört doğal haktan biri olarak “baskıya karşı direnme”yi sayıyor. Bunun nedeni, siyasal iktidarın yetkilerini aşıp hak ve özgürlükleri çiğnemesi ve bireylere baskı yapması olasılığı. Hatta, Mülkiye’den oda komşum Profesör M.Ali Ağaoğulları’yla biraz önce telefonda konuşuyordum, direnme hakkı kavramını, Aziz Barthélemy Yortusu Kıyımı (1572) ertesinde ortaya çıkan Monarkomaklar’a kadar götürmek mümkün. Tabii, özgürlüğünü yaşayabilmeyi direnme hakkı (yani şiddet) sayesinde elde etmiş olanın, bu sefer başkalarının özgürlüklerini şiddet kullanarak önlemek adiliğine başvurmaması, temel kural)
Bu kuramsal giriş ve uzun parantezden sonra konuya hemen geçeyim. Dünkü yazımda örneklerini verdiğim dinci yükselmeden söz ediyorum.
Daha fazla örnek vermeye de gerek yok. Türkiye’deki dinci “uyanış” bireysel özgürlükleri ortadan kaldırıcı boyutlara ulaştı. Baskı yapmakta, “direniş hakkı”nda sözü edilen devlet baskısının bile ötesine geçebiliyor. “Kasaba” denilen Allahın belâsı küçük ve güdük yerleşim birimlerindeki korkunç toplumsal baskılardan söz etmiyorum. Ta İstanbul’un orta yerinden bahsediyorum.
Turistik Ortaköy’deki lokantalarda içki içilmesi Ortaköy Camii imamının eşgüdümünde engellenmek isteniyor. Arkadaşım Doçent Yücel Sayman Ankara’ya geçen gelişinde anlattı, Galata Kuledibi’nde bir izbeyi mescit ilan etmişler, etraftaki içkili lokantaları yasaklatmaya çalışıyorlarmış. Ayşe Yıldırım Cumhuriyet’te 24 Ekim’de yazıyor, Kasımpaşa Karanlıkçeşme Sokak’a minibüslerle gelen cüppeli ve sarıklı kişiler, kadınları örtünmeleri için zorluyor. Parmak kadar çocuklara “Kur’anı ellerinden bırakmayacaklarına, annelerini ve kız kardeşlerini tesettüre uymaya zorlayacaklarına yemin” ettiriliyor. 18 yaşındaki Arzu Can’ın yolu kesiliyor, örtünmesi isteniyor ve evine kadar kovalanıyor. Dün yazdığım gibi, İslamcı dergilerde açık açık, “İslam’da şiddet vardır” yazılıyor. Uygulama mı? Sivas’taki vahşeti şimdiye kadar PKK yapmadı.
Bütün bunların, “Kemalist” devletin bir zamanlar dine uyguladığı şiddete tepkiyle, yani direnme hakkıyla ilgisi yok. Bugün şeriatçı çevrelerin kendilerini mali ve siyasi bakımdan güçlü hissetmeleriyle var. Ben “Kemalist” devletin şiddetini de her zaman kınadım. Üniversiteye başörtüsüyle girilmesini engellemeye kalkan (ve tabii, başörtüsünün alabildiğine güçlenmesi sonucunu yaratan) aklıevvellerle her zaman mücadele ettim. Şu anda, uzun zamandır rahle-i tedrisime gelen en iyi öğrenci olan hanım kız, bir “sıkmabaş”tır. Başını örtme özgürlüğünü her zaman savunacağım. Çünkü bu onun bireysel özgürlüğü ve çünkü o, başka kızların mini etekle gelme özgürlüğünü sorgulamıyor.
Ama, benim başka öğrencilerim de var. İzin verirseniz, lâf uzayacağı için, o öğrencilerimden de yarın söz edeyim.
Yarın: “Başörtüsüne evet, mini eteğe hayır” öyle mi ?