İktidar tarafından “büyük zafer”, CHP ve MHP tarafından “vatana ihanet” ilan edildi. Oysa ikisi de tamamen yanlış. Doğru olan tek bir şey var: Zorunlu olarak yapılan Türk Mezarı (tarihsel ve resmî adı budur) operasyonu, AKP’nin yaklaşık dört yıldır yüzüne gözüne bulaştırdığı Suriye krizini seçim arifesinde oy devşirmek için kullanma hamasetine dönüştürüldü.
İşin özetiyle başlayalım:
1) IŞİD ile; onu şunca zamandır MİT tırları dolusu silah ve mühimmatla besleyegelen AKP’nin arası bir biçimde bozuldu.
“Bir biçimde” dediğim, Musul Başkonsolosluğu rezaletinin anısı tazeyken AKP’nin IŞİD’e mecburen zarar veren davranışlar içine girmesi: Yardım tırlarını artık yollayamaması, Kobani’yi kurtaran Peşmergelere Batı baskısıyla geçit vermesi, Niğde saldırısındaki gibi IŞİD teröristlerine mecburen dava açılması (bkz.), şimdi başlayan eğit-donat’ın sadece IŞİD’e karşı planlanması (bkz.), gibi.
2) Musul’daki diplomatlardan sonra şimdi bir de Türk Mezarı’ndaki askerleri kaptırma tehlikesi belirince, tam da seçim geliyor, AKP panikledi, tahliye etti.
Yanlış veya kötü mü yaptı? Kesinlikle hayır. Tahliye doğru. CHP ve MHP’nin “Vatan toprağını terk ettiler!” lafı çok haksız, çok ayıp, çok yanlış. Bu insanlar toprak’ın insan’dan daha önemli sayıldığı Ortaçağ’da kalmışlar. Masum Mehmetçikler boğazlanmaktan, Türkiye de şantajdan kurtuldu. Bir tek erin burnu bile kanasaydı muhalefet ortalığı yıkardı ve ancak o zaman haklı olurdu.
Fakat, bu tahliye sadece kendi başına doğru. Gerisi balçık.
TÜRBEYE KARŞI PETROL??
Her şeyden önce, Suriye politikası bütünüyle çöktükten sonra tahliyede çok geç kalındı. En geç, Musul rehineleri rezaletinden sonra, yani 10 ay önce yapılmalıydı. Çünkü ne kadar beslersen besle, IŞİD psikopatları Selefi/Vahhabi inancına sahip: Putperestliktir diye, Peygamber ve ailesi mezarlarından tut, camilere kadar yıkıyor (bkz.).
Peki, elinde olduğu halde Süleyman Şah mezarını niye yıkmadı? Türkiye’den korktuğu için mi? Korksa, Musul Başkonsolosluğu baskınını yapar mıydı?
Independent gazetesinin ünlü Ortadoğu uzmanı Robert Fisk’in, aklımıza fena halde şeytan düşüren bir cevabı var niye yıkmadı sorusuna. Diyor ki, bir yıl önce IŞİD Türkiye’ye üç gün mühlet vererek türbenin boşaltılmasını istedi, Türkiye kıpırdamadı. Neden?
Fisk, aynı tarihlerde IŞİD’in kontrolündeki petrol sahalarında dolaşan Türk petrol teknisyenlerinden bahsediyor. Yani, IŞİD ile TC arasındaki bir anlaşmadan: “Ver Petrolü, Al Türbeni”.
Zamanı gelince bu da nasıl olsa çıkar ortaya.
TURİSTİK TESİSLİ TÜRBE
3) Türk Mezarı’nı sadece dinamitleyip terk etmek seçimlerde çok oy kaybettirecekti. Bu yüzden AKP, sınırımıza “yürüme mesafesinde” (bkz. ) bir yer buldu, ‘toprağımdan vazgeçmedim’ diyebilmek için şimdi Mezar’ı orada TOKİ’ye yaptıracağı prefabrike (“prefabrik” yanlış) binaya taşıyacak. Yanına da ziyaretçileri ağırlayacak turistik tesisler yapılacak (bkz.). Bunu okuyunca insanın aklına iki şey geliyor.
Birincisi, el alemin toprağına yerleşip turistik tesis inşa etmek, kendi misafirine başkasının evinde ziyafet vermek gibi bir şey.
İkincisi daha ciddi. Suriye’deki Türk Mezarı’nın TC toprağı sayılması, 20 Ekim 1921 Türk-Fransız Anlaşması Md. 9’dan kaynaklanıyor: “Süleyman Şah’ın Caber kalesinde bulunan ve Türk Mezarı adı ile tanınan kabri (…) Türkiye’nin malı olarak kalacak ve Türkiye orada koruyucular bulundurup Türk bayrağını çekebilecektir”.
Ama bu çok önemli hususu, biraz aşağıda meseleyi hukuki açıdan incelerken ele alalım. Bundan önce, olup bitenlerin Türk dış politikasında nereye oturduğuna bir göz atalım.
EN BAŞARILI VE EN SEFİL
Dış siyasetin yabancısı olmadığıma güveniyorsanız, baştan ve lafı dolandırmadan söyleyeyim: Türk dış politikası, TC tarihi içinde en BAŞARILI dönemini 2011 öncesi birkaç yılda yaşadı, en SEFİL dönemini de 2011’den bu yana yaşıyor. Bu en sefil dönemin yıldızı da, bu Türk Mezarı tahliyesi olayıdır.
Önce insan açısından: Kimselerin saldırıp askerimizi şehit etmesine gerek kalmadı. O işi biz hallettik: Kendi tankımızın kapağıyla; doğruysa tabii. Demek, kafasında miğfer de yoktu.
SİYASİ AÇIDAN HAZİN
1) Mezar’ı PYD bölgesine naklettik. Yani, “Düştü-düşüyor” (bkz.) diye tempo tuttuğumuz ve yardım almasını son ana kadar engellediğimiz Suriye Kürtlerinin hakimiyet alanına.
Nereden alıp? Elimizle beslediğimiz İslamcı IŞİD’in hakimiyet alanından. PYD’nin silahlı kolu YPG’nin yardımıyla (bkz.). Bu yardımı inkar ederek (bkz.). KaçAk Saray sözcüsüne “PYD terör örgütüdür” dedirterek (bkz.).
Ve tabii, içimizden, ‘Verilmiş sadakamız varmış, iyi ki Kobani düşmemiş!’ (bkz.) diye geçirerek.
Bu durumda benim aklıma gelen atasözleri: “Besle Kargayı Oysun Gözünü”. “Büyük Söyleme”. “Komşu Komşunun Külüne Muhtaçtır”.
Bir tane de ben icat edeyim: İdeolojik Dış Politika Güdersen Beter Ol. Çünkü Türk dış politikası nakl-i kubur adıyla sunulan bu terk-i onur durumlarına çoook yukarılardan geldi: “Biz cihan devletiyiz”. Esas utanç noktası orası.
Bütün bu aşağılayıcı yuvarlanış, bütün bu tahkir ve tezyif edici durumlar da, Erdoğan’ın, Müslüman Kardeşler’in (İhvanü’l-Müslimin) Türkiye Şubesi olmasından kaynaklandı. Erdoğan Ortadoğu dünyasının tüm gerçeklerini bir yana fırlattı, bütün politikasını Esad’ı (yani, komşudaki meşru hükümeti) ne pahasına olursa olsun düşürmek üzerine kurdu. Çünkü Esad Suriye’de İhvan’ın iktidara gelmesine engel olan kişiydi. Her şey tamamen ideolojik ve bu derece basit.
2) Türbeyi dinamitleyip terk konusunda Almanya’daki dostlarımdan Halil Poyrazlı şöyle yazıyor: “Hani, patronunca işten atılan işçinin, ‘Sen beni kovamazsın, ben istifa ediyorum’ demesi hesabı!”. Evet, insana asıl koyan da, bütün bunları zafer gibi gösterip aklımıza hakaret etmeleri..
ULUSLARARASI HUKUKUN İHLALİ
Şimdi dönelim biraz yukarıda verdiğim 1921 Anlaşması metnine, oradaki “Türkiye’nin malı” kavramına.
1) Evet, Türk Mezarı arazisi “Türkiye’nin malı”. Evet, İngiltere’ye kazık atma çabasıyla o 1921 yılında Ankara’ya ayrı barış için heyet yollayan Fransızların cemilesi sonucu buraya Türk bayrağı da çekilebiliyor.
Ama bu mülk, egemenliğin Suriye devletinde olduğu bir toprakta yer alıyor. Türk Mezarı, 1959 Zürih-Londra konferanslarında Kıbrıs bağımsız olurken B. Britanya’ya iki bölgede verilen “egemen üs”ler gibi değil.
Peki nasıl? Aynen, sizin gidip Miami’de bir malikane almanız ve evinizin dışında Miami eyaleti yasalarına göre hareket etmeniz gibi. O malikaneyi satıp daha küçük veya büyük bir ev alabilirsiniz, ama Miami yetkililerine başvurarak.
Tamam, Suriye kaos içinde, ama beğenelim veya beğenmeyelim başkent hâlâ Şam ve hâlâ (ve Batı nezdinde gittikçe artan biçimde) ülkeyi Esad yönetimi temsil ediyor. Askerlerimiz oradan kurtarılsaydı ve aynı anda Şam’a başvurulsaydı ret cevabı mı alınacaktı? Ne gezer! İlişkiler biraz normalleşecekti, tam tersine.
Ama AKP dış politikası aynen İsrail gibi kabadayılık yapmayı tercih ediyor. Orayı bırakıp, tek yanlı kararla daha yakına taşınıyor. Dün aldığın kazağı değiştirirken bile tuhafiyeci senden bir belge ister, fatura veya fiş. Nitekim 1973’te baraj suları gelince Mezar Suriye devletiyle yazılı anlaşma yapılarak nakledilmişti.
Ama işte, Erdoğan’ın İslamcı ve hatta İhvancı ideolojisi buna engel. Türkiye Cumhuriyeti’nin açıkça hukuk dışına düşmesini doğuruyor. Yurtta Hukuk Dışı, Cihanda Hukuk Dışı…
KUVVET KULLANMANIN ŞARTLARI
2) Ya Allah deyip Suriye toprağına iki ayrı operasyonla dalmanın hukuktaki adı “kuvvet kullanma”dır, uluslararası hukukta yasaklanmıştır, buna BM Güvenlik Konseyi kararı dışında tek bir durumda izin verilir: Meşru müdafaa. GS Üniversitesi hocalarından, klasman-üstü bir hukukçu olduğunu yakından bildiğim Dr. Mehmet Karlı şöyle anlatıyor (bkz.):
“[Saldırı geliyordu, erken davranıp vurdum, diyerek] operasyonu bir şekilde meşru müdafaa çatısı altına sokabilirsiniz. Genelde İsrail gibi devletlerin kullandığı bir tezdir. [Fakat] Hiçbir devlet tek taraflı olarak bir uluslararası anlaşmayı, hem de sınır düzenleyen, egemenlik düzenleyen bir anlaşmayı değiştiremez (…) Türbenin yeri ancak ve ancak iki devletin anlaşması ile değiştirilebilir [Aksi halde] Suriye’nin toprak bütünlüğünü ihlal etmişsiniz demektir”.
Ve, ne biçim çelişki içinde bulunduğumuzu şöyle izah ediyor: “Boşalttığımız ve imha ettiğimiz Süleyman Şah Türbesi fiilen elimizden çıkmış olsa da hukuken halen TC toprağıdır. Suriye Eşmesi ise fiilen elimizdedir ama halen hukuken Suriye toprağıdır ve Türkiye orada işgalci durumuna düşmüştür”:
3) Aslına bakarsanız, operasyonun hukuksal durumu Karlı’nın burada anlattığından bile çelişkili. Çünkü burada meşru müdafaa IŞİD tehdidine karşı yapılıyor, ama yapılırken zarar verilen Suriye devleti.
Tamam, 2001’deki İkiz Kuleler saldırısı sonrasında gelişen ortamda kabul edilmeye başlandı ki, terör örgütlerinin bir devlet toprağını kullanarak yaptıkları eylemler söz konusu olduğunda, eğer o devlet terör örgütünü engelleyemiyorsa veya engellemek istemiyorsa, bahsedilen devletin rızası olmasa da toprakları üzerinde örgüte karşı meşru müdafaada bulunulabilir. Mesela, Taliban ve El Kaide terörünü vuracak NATO’nun Afganistan’da yaptığı gibi.
Fakat bu arada o devlete verilecek zarar, Karlı’nın da dediği gibi, bir hamlede girip askerlerini kurtardıktan sonra geri çıkmakla (“orantılı” olmakla) sınırlı kalmak zorunda. Yoksa, bizim yaptığımız gibi, el alemin toprağında gezinip, ‘bak, sınırıma da yürüme mesafesindeymiş’ diyerek bir başkasını beğenmek, olacak iş değil. İsrail olmak istiyorsak, o başka.
Beni en çok hüzünlendiren şey şu: Bütün bunlar yatıştıktan sonra Suriye orada kalacak, ve Suriye insanı, AKPnin bu yaptıklarını Türkiye’nin yaptıkları olarak hatırlayacak.
TEZKERENİN DE İHLALİ
4) M. Karlı, operasyonun iç hukukumuzu da ihlal ettiğini söylüyor ki, bu da uluslararası hukukun ihlal edilmesinden doğmakta. TBMM’nin 2 Ekim 2014’te kabul ettiği ve TSK’ya Suriye-Irak’ta sınırötesi operasyon ve müdahale yetkisi veren tezkere aynen şöyle diyor:
“Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik terör tehdidi ve her türlü güvenlik riskine karşı uluslararası hukuk çerçevesinde gerekli her türlü tedbiri almak” (bkz.). Operasyon, uluslararası hukuka aykırı olduğu için, TBMM tezkeresini de ihlal etmekte.
Özetle: Şah Fırat operasyonu ne zafer ne hezimet, zorunlu bir operasyon, fakat siyaseten berbat, uluslararası ve iç hukukla tamamen uyumsuz bir operasyon.
Ama son birkaç yılda Nasreddin Hoca’nın “şuna değmiş -buna değmemiş” yöntemiyle ihlal edilmemiş şey bırakmayan AKP politikasıyla tam uyumlu.
Bize şu anda kalan tek teselli, AKP’nin bundan sonra IŞİD’i kadife eldivenle tutamayacak olması. Buna da şükür, bunca rezaletten sonra.