Başbakan Erdoğan, “Boğazların geçiş güvenliğini sağlamak” gerekçesiyle bir Kanalİstanbul projesi ortaya attı. 50 km. uzunluğunda, 25 m. derinliğinde, şu andaki tahminlerle 10 milyar dolar bütçeli Kanal, Karadeniz ile Marmara’yı İstanbul Boğazı gibi birleştirecek.
Herkes, bunu yandaş inşaat şirketlerine rant yaratmak ve seçim yatırımı olarak değerlendiriyor. Bilemem. Bildiğim şey: “Parayı bastırıp yaptım, benim malımdır” diyemezsiniz. Bu Kanal, yapılırsa, uluslararası kurallarla yönetilecek. Üstelik, bir ucunda ABD ve Batı dünyası, öbür ucunda Rusya bulunacak. Türkiye için Rusya ABD’den önemli bir ekonomik partner, ABD ise Rusya’dan önemli bir siyasi-askerî partner.
Türk Boğazlarının hukuki statüsü, malum, 1936’da Montrö (Montreux) ile belirlendi. Bu, çok özel koşullarda ve çabalarla olabildi: Batı, savaş başlamadan yanına çekmek istediği Türkiye’nin Lozan sınırlamalarını kaldırdı, Karadeniz’e geçecek yabancı savaş gemilerini sınırlayarak da SSCB’yi rahatlattı.
Kanalİstanbul da uluslararası kurallara tabi olacak ama, Montrö’deki ortam yok. Tam tersine, Türk dış politikası ciddi prestij yitirmiş vaziyette. Irak Kürtleri ve Hamas dışında, aralar herkesle bozuk. Doğrusu, bu statünün oluşum süreci, son zamanlardaki dış politika sorunlarını bile çocuk oyuncağı haline sokabilir. Bizim Türk Dış Politikası ciltlerinde Boğazlar konusunu yazan uluslararası hukuk doçenti arkadaşım Kudret Özersay’la da konuştum. Durumları şöyle özetleyebilirim:
Bir dert jeneratörü yaratıyoruz
1) Kanal’a, Montrö hükümlerinin uygulanmasını imkansız kılacak veya etkisini azaltacak bir statü getiremezsiniz. Boğaz’a paralel başka bir suyolu açarak sözleşmenin içini boşaltamazsınız (Ahde Vefa – Pacta Sunt Servanda kuralı). En önce, Montrö’nün askerî bakımdan gözettiği Rusya buna razı olmaz. Yakın zamana kadar KKTC Cumhurbaşkanı Özel Temsilcisi sıfatıyla her ülkeden diplomatlarla temas halinde olan Özersay da, Rus diplomatlarında “Biz Montrö’yü boşuna mı yaptık; bu konu ciddi sorun çıkartacak” benzeri bir yaklaşımın bulunduğuna dikkat çekiyor.
2) Montrö diyoruz ve övgüyle bahsediyoruz ama, o bile Türkiye’ye ta başından itibaren çok ciddi sorunlar üretti. Ekim 1939’da Sovyetler, daha üç yıl önce yapılmış sözleşmede “Boğazları birlikte yöneteceğiz!” biçiminde özetlenebilecek değişiklikler istediler (ve bunu Haziran 1945’te tekrarladıkları gibi, 1946 boyunca gidip gelen notalarla da gündemde tuttular). Savaşta Türkiye tam bir sakal-bıyık durumunda kaldı: Ticari görünümdeki Alman savaş gemilerinin geçişine bütün savaş boyunca göz yumarak Müttefikleri çok kızdırdı, yummasaydı Hitler’i çok kızdıracaktı.
Normal dönemlerde de, koşullar değiştikçe dertler de çeşitlendi. Türkiye mesela Vietnam Savaşı sırasında “savaşan taraf” ABD’nin savaş gemilerinin geçişine ses çıkarmayarak, Aralık 1968’de de Montrö’de öngörülmemiş silahlar taşıyan iki ABD savaş gemisini geçirerek Sovyet tepkisi aldı. Sonra da, Temmuz 1976’da, SSCB’nin “denizaltısavar kruvazör” diye takdim ettiği uçak gemisi Kiev’in geçmesine izin verdi.
3) Kanal’dan hangi tür gemilerin geçeceği bir dert, buna kimin karar vereceği başka bir dert. Sadece ticaret gemileri geçecekse, bedava Boğazlar dururken niye parayla geçsinler? Eğer çeşitli yöntemlerle (uzun uzun bekleterek bıktırmak, vs.) gemileri Kanal’a zorla yönlendirmek istersen, tüm dünyayı isyan ettirirsin. Kaldı ki, Montrö’nün bunca yıllık kurallarına rağmen, Ağustos 2008’deki Gürcistan krizinde görüldüğü gibi, ABD donanmasına bağlı oldukları için savaş gemisi statüsünde bulunan, her biri Montrö’nün tonajının üstünde olan “hastane gemileri” Kanal’ı zorlarsa ne olacak?
4) Savaş gemileri de geçecekse, yine asgari Montrö kuralları uygulanacak ve olayı şimdiye kadar epey iyi idare eden Türkiye yukarıda örneklerini verdiğim krizlerle, ayrıca bir de Kanalİstanbul için boğuşacak. Üstelik Türkiye, savaş gemilerinin kargosunu sorgulama hakkına barış zamanında sahip değil.
Boğazlarda önlem zaten alındı
Başbakan Erdoğan, “Romen tankerinin 7 ay – 8 ay Selimiye önünde yandığını unutmayın” dedi. 1979’da 27 gün süren İndependenta tanker yangınını söylüyordu. Oysa Türkiye, Montrö’yü kanırtma pahasına, kazaların önlemini çoktan aldı. 1994 ve 1998 tüzüklerini çıkardı ve 40 milyon dolar harcayarak, tüm gemileri 24 saat izleyen 13 radar kulelik bir “Gemi Trafik Sistemi”ni (VTS) 2003 sonunda devreye soktu. Zaten o tarihten sonra önemli hiçbir kaza görülmedi.
Dahası, Temmuz 2006’da devreye giren 2,9 milyar dolarlık Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı Boğazları Azerbaycan petrolünden kurtardı. 2007’de temeli atılan Samsun-Ceyhan hattı da, geçiş ücretinde anlaşma olunca devreye girecek ve Boğazları Kazak-Rus petrollerinden de kurtaracak. Nitekim, transit geçişler 2007’den beri azalmaya devam ediyor. Bizzat Erdoğan Kasım 2011’de verdiği demeçte, Boğazların güvenliği için boru hatlarına ağırlık verilmeyi vurguladığına göre, yeni bir kanal için “Boğazların güvenliği” gerekçesi biraz çocukça. Yabancılar bu işleri en az bizim kadar izliyor; aptal yerine koymamak lazım.
Dış politika dışı sorunlar
Bunlar sadece dış politika. İnternete girin, uzman akademisyenlerin “Felaket olur, unutun” biçimindeki ekolojik uyarılarını okuyun: İstanbul’un Istranca Dağları’ndan gelen tatlı suyunun önünün yarılması, ormanların tahribi, Karadeniz’in altındaki ölü tabakanın (H2S) üste çıkması ve/veya Marmara’ya boşalması, ihaleye gidilirken ortada incelenecek bir proje bile olmaması…
İşin ekonomisine gelince, farkında mısınız, AKP bu sefer “seçim ekonomisi”ne girişti. Bütün hükümetler memur sayısını azaltmaya çalışmışken, Dışişleri’ni de iğdiş edecek meşhur torba yasa vasıtasıyla kamuda 100 bin sözleşmeli personel kadroya geçirildi ve yaşlılık aylığı alanların sayısı 666 binden 1 milyona çıkartıldı. Bunlar, enflasyon tekrar yükselirken ve Merkez Bankası para politikasını sıkılaştırırken oluyor. Sıcak dövizle dönebilen bir ekonomide “faiz lobisi” diye şeytan taşlandığı bir sırada oluyor. Çeşitli ülkelere yaptığımız yardım 2011 itibariyle 5,5 milyar Dolara ulaşmışken oluyor. Bütçeye Kanal da binince, rabbim sonumuzu hayreyleye çünkü bir de üstüne köprüler vs. faslı başlayacak.