Bendeniz hasta bir Mülkiyeliyimdir. Fakat okulumun bir yönü artık midemi bulandırıyor: Her yerde fosur fosur sigara içiliyor. Nefretâmiz bir koku ve duman özellikle kantine çökmüş vaziyette. Dışarıda hava enfes. Ama hayır. Buluğ çağına geldiklerini dünyaya ve kendilerine kanıtlayabilmek amacıyla alıştıkları o rezil sipsileri kapalı alanda tüttürüp hepimizi zehirleyecekler. Kimselerin de karıştığı yok.
Ben hariç. Müdahale ediyorum, kendi öğrencilerim hemen söndürüyor. Ama diğerlerinin büyük çoğunluğu şu utanılası gerekçeyi geveliyor: “Herkes içiyor!”
Sigaranın ve kırımın bahanesi aynı
Bunlar genç çocuklar; mazur görülebilirler. Fakat, benim kuşağıma Türk Demokrasi Tarihi kitabıyla onca şey öğretmiş, 85’indeyken bundan iki hafta önce Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji adlı yeni bir yapıt yayınlamış dünyaca ünlü tarihçimizi ne yapacağız? Prof. Kemal Karpat aynı bahaneyi, yani o devirde herkesin böyle yaptığını, İttihatçıların kırımı için tekrarlıyor.
Hatta çok daha ötesine geçiyor ve Türkiye’de milliyetçilerin temize çıkmak için kullandıkları şu bahaneleri, farklı kelimelerle sıralıyor: “Bize de yapıldı”. “Topraklarımızda gözleri var”. “Azınlıklara ve Kürtlere yapılanlar devlet değil hükümet politikasıdır, sistematik değil geçicidir”. “Asıl ezilen biz Türkleriz; gayrimüslimler bizden fazla hakka sahip”. “Azınlık konularında mütekabiliyet esastır”. Bunlara ilaveten, ezeli ve ebedi “Türk dostu-Türk düşmanı” ikilisi.
Bir de, tabii, meşhur Moskova Metrosu fıkrası. Hani, 1960’larda ABD’li turistleri gezdiren resmî rehber, her otuz saniyede bir geldiğini söylediği trenler yarım saat geçip de gözükmeyince sinirlenmiş: “Ne var; siz de zencileri öldürüyorsunuz!”
Ve, belki de en rahatsız edici olanı: “Aslında, ben Ermenileri çok severim. Komşumuz bir Artin amca vardı,…”.
Baştan alalım. 01 Haziran günü Türkiye basınında nadirattan bir olay oldu. İki gazete aynı gün aynı konuda aynı kişiyle uzun birer mülakat yayınladı. Milliyet’ten Devrim Sevimay ve Taraf’tan Neşe Düzel. Konuk: Prof. Kemal Karpat. Değerli bir hocamıza saygısızlık etmek gibi bir duruma düşmek istemem. Ellerinden öpmeye hazırım. Ama bir zihniyeti de sorgulamak zorundayım.
Berlin Kongresi’nden önce dünya var mıydı?
Karpat Hoca işe yarı yerinden, 1878 Berlin Kongresi’nden giriyor: “O kongrede özerk bir Bulgaristan yaratılınca Ermeniler de bağımsız olmanın mümkün olduğunu gördüler. 61. maddede, Ermeniler için reformlar yapılmasına karar verildi. Daha önce Müslümanlarla çok iyi yaşamış Ermeniler birdenbire siyasi mesele oldu”.
Ama reformun yanı sıra 61. maddenin ne dediğini söylemiyor: “Bab-ı Alî, Çerkesler ile Kürtlere karşı Ermenilerin güvenliğini temin etmeyi taahhüt eder”. Çünkü bu iki halk, ikisi de farklı nedenlerle aç ve açık kaldıkları için, Ermenileri bir süredir yağmalamaya ve öldürmeye başlamış vaziyette. Kürtler 1850’lerin, Çerkesler de 1860’ların başından itibaren. İstanbul’un kılı kıpırdamıyor (ben bunları ayrıntısıyla yazdım; bkz. Radikal 17-20.08.08). Bu durum on yıllar boyu devam edince Hınçak ayaklanmalarına ve Ermeni özerklik taleplerine dönüşüyor. Hocama öğretmek haddim değil ama, bilimde “bütün gerçek” anlatılır ve bunun için de işin yarı yerinden değil başından başlanır.
Karpat Hoca İngiltere’nin işe müdahil olmasını izah ediyor: “İngiltere’de iktidar değişti. Osmanlı dostu Disraeli gitti, yerine İslam’ı küçük gören Gladstone geldi”. ‘Sürekli dostu-düşmanı yoktur; sürekli çıkarları vardır’ diye ünlenmiş bir ülke için söylüyor bunu. Türk dostu-Türk düşmanı izahı.
En büyük tezi de şu: Anadolu’daki Ermeni nüfus en fazla 1.400.000. Bunun 1 milyonu tehcir sırasında Rusya’ya kaçıyor. Yani 1915’te ölen Ermeniler 100-200.000’i geçmiyor. Çok ilginç. Çünkü büyükelçi olan Kamuran Gürün bile 300.000 demişti. Üstelik, Talat Paşa’nın defterinde tehcir öncesi ile sonrası arasındaki fark 972.246. Kabaca 1 milyon deyin çünkü bunun içinde tüm vilayetler, mesela Trakya’dakiler yok. Şimdi, bu 1 milyon kişi jandarmalardan kurtulup Rusya’ya kaçabiliyor. Oysa biraz sonra Suriye ve Lübnan’a yerleştiklerini anlatacak. Az Ermeni öldürdüğümüzü söylemek için çok aritmetik öldürmek zorundayız.
Sonra da uyarıyor: “Beni sakın bir Türk milliyetçisi tarihçi olarak görmeyin. Ben tam bir Ermeni dostuyumdur”. Sevimay soruyor: “Ya yolda öleceklerini bile bile göndermek?” Cevap: “Bir kere, bir kısmı sağ salim Suriye ve Lübnan’a yerleşebildi. İkincisi, 1878’de yüz binlerce Müslüman Türk Rumeli’den sökülüp yok edildi. Balkan Harbi’nde 400.000 Müslüman öldürüldü”. Ermenilerin çektikleri Balkan isyanı yüzünden, yani. “Bize de yapıldı” diyor. İlaveten, Moskova metrosu.
‘Devlet değil, hükümet politikası’
İki kere “fırça” yiyen gazeteci Sevimay’ın tersine atılgan davranan ve “Neler yaptık azınlıklara?” diye soran Neşe Düzel’e cevap şu: “Devletin bir faşizanlığı yoktur. Bu, hükümetlerin politikasıdır. Hiçbir zaman devlet politikası olmamıştır”. Sistematik değildir, diyor. Olup olmadığını geçen haftaki yazımda anlatmıştım.
Düzel bırakmıyor; diyor ki: “Demokrasilerde devlet ve hükümet politikası diye iki ayrı politika yoktur”. Cevap yine Moskova metrosuyla geliyor: “Ben her zaman antidemokratik uygulamaları, tek parti rejimini tenkit etmiş biriyim”. 1934 Trakya’da Yahudilere yapılan saldırılar için de “Nazi fikirli bazı kişiler yürüttü ama devlet desteklemedi” diyor. Tek Parti döneminde devletin önleyemediği “sivil toplum” girişimleri olabilmiş yani. İyi de, Tek Parti döneminde Türk Ocakları bile devlet dışı girişim diye kapatılmadı mıydı?
Arkasından, Hoca şöyle diyor: “O devirde tüm azınlıklara haklar tanınıyor. En kalabalık olan Türklere ise hiçbir hak tanınmıyor. Abdülhamit İslam’ı kimlik olarak benimsedi”. İlk defa duyuyorum, imparatorluklarda etnik kimliğe haklar tanındığını.
‘Sen biraz çekil, geride dur’
İttihatçıların neden “bu kadar haşin” davrandığını soruyor Düzel, cevap: “İttihatçılar Türklere milli haklar verilmesini savundu. Öbürlerine ise ‘sen biraz çekil, geride dur’ dedi”. Bizim bildiğimiz, “Dur” denmiyor Ermenilere. Tam tersine, “Yürü!” deniyor, “Der Zor çölüne doğru yürü!” Ve koca yıl süren tehcir boyunca Ermenilerde direniş yok. Oysa bizim bildiğimiz, isyan etmişlerdi de ondan sürmüştük.
Bu kadarla da kalmıyor: “Lozan Antlaşması gayrimüslimlere Müslümanlardan çok daha fazla dinî haklar verdi” diyor. Necmettin Erbakan da aynen böyle demişti. Azınlık hukukundaki negatif hak-pozitif hak ayrımından bu iki profesörümüze herhalde hiç kimse bahsetmemiş. Bunu bırakın, Düzel üsteliyor: “Türkiye bu hakları verdi ama ihlal de etti, değil mi?” diyor. Cevap: “Zaman zaman. Fakat bugün Türkiye’de Ermenilerin okulları var, Ermenistan’da Türk yok”. Nasıl yani? Ermenistan’da Türk yaşaması mı gerekiyor Lozan’a göre Türkiye’de Ermeni okulu olabilmesi için?
Dahası, Karpat Hoca mütekabiliyet ararken “İnsan haklarında mütekabiliyet olmaz” kuralını bilmiyor. Bunu kodifiye eden 1969 Viyana Sözleşmesi’nin 90/5 maddesini hiç duymamış. Düzel “Türkiye’deki Ermeniler bizim vatandaşımız” diye üsteleyince Moskova metrosu yine harekete geçiyor: “O ayrı mesele. Bir de, Ermenistan D. Anadolu’yu istiyor”. Düzel “Ermenistan cumhurbaşkanı Türkiye’den toprak talepleri olmadığını söyledi ama” deyince de: “Ermenistan Türkiye’ye soykırımı kabul et diyor”. Of, Moskova.
‘Türklere yapılanları sorsanıza!’
Yüreğim daraldı. Karpat Hoca’nınki de başka nedenle daralmış olmalı ki, sonunda: “Bakınız, bu konuşma objektif olaylara dayanan konuşmadan çıkıp bir polemiğe dönüşüyor” diyor. Ama karşısındaki bırakacak gibi değil. “Diğer azınlıklara neler yaptık biz?” diye soruyor. Cevap: “Bazı olaylar yaşandı. Hem, neden Türklere yapılmış muamelelerle ilgili röportajlar yapılmıyor?” ‘Herkes kendi günahını çıkarır’ kuralını kabul etmiyor. Yine Moskova metrosu. Hazin.
Konuşmanın sonuna doğru konu Yahudilere kayıyor. Karpat Hoca, herhalde Hıristiyanlar meselesinden artık çıkmak için, Türklerin Museviliğe yakınlık gösterdiğini söylüyor. Düzel soruyor: “Bu yakınlığın sebebi nedir?”. İzahat: “Türkler Yahudiliğin tek tanrılı anlayışına yakınlık duydular”. Gazeteci bırakmıyor: “Hıristiyanlık da tek tanrılı ama?”. Hoca anlatıyor: “Museviliğin ve İslamiyet’in hakim kavim görüşü Türklerin aşiret, kabile görüşüyle uygundur”. Oysa mülakatın başında, Türkler İmparatorluk’ta egemen değil aşağılanan unsurdur, onlara hiçbir hak tanınmadı, demişti. Diyemiyor ki, İslam’daki “gaza” ideolojisi Türklerin “fütuhat” ihtiyacına tam oturdu, İslamiyet’in kabulü ondan kolay oldu, diyemiyor.
Bu mülakatlarda iyi bir şey yok mu derseniz, var: Karpat Hoca’nın “Sadece tehcir değil, bütün süreç araştırılmalı” sözü çok doğru.
İki mülakatı karşılaştırırsak benim kanaatim şu: Sevimay’ınki daha sevimli. Düzel ise uluslararası üne sahip bir profesörle konuşurken, kendisine “Ben Rumeliliyim. Türk diye görmediğim işitmediğim hakaret kalmamış. Elimden bütün mal mülk alınmış. Ben kurtuluşu vatanım diye Türkiye’ye gelmekte bulmuşum” diyen Tatar kökenli bir Romanya göçmeniyle konuştuğunu ihmal ediyor.