Gazetemiz yazarı Prof. Dr. Baskın Oran’ın, Prof. Dr. Ali Dayıoğlu ile birlikte kaleme aldığı “100. Yılda Lozan İhlalleri: Yunanistan ile Türkiye, Azınlıklar ve Ege” başlıklı çalışma geçtiğimiz aylarda Alfa Yayınları’ndan çıkmıştı. Oran ile kitaptan yola çıkarak hem Lozan tartışmalarına hem de azınlıkların haklarının nasıl ihlal edildiğine yakından baktık.
Lozan Türkiye açısından sadece “azınlıklar” bahsinde gündeme gelir. Ama aslında Türkiye Cumhuriyeti açısından “kurucu bir antlaşmadır” diyebilir miyiz? Ve hâlâ geçerli olması da ilginç değil mi? I. Dünya Savaşı’nı bitiren anlaşmalar arasında hâlâ uygulanan tek metin, bildiğim kadarıyla.
Aynen, ama ufak bir farkla: Lozan, Türkiye Cumhuriyeti’nin değil ama Türkiye devletinin kurucu antlaşmasıdır. Devletler uluslararası tanınmayla kurulur ve bu tanınma Türkiye için 24 Temmuz1923 tarihinde Lozan’ın imzalanmasıyla gerçekleşmiştir. Lozan’a giden Türk heyetinin adı “TBMM Hükümeti Heyeti”dir, dönüşünde artık “Türkiye Delegasyonu” olmuştur.
Bir rejim türü olan Cumhuriyet ise bu tarihten yaklaşık üç ay sonra, 29 Ekim 1923’te. Şu sıralarda “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” demesi âdet oldu politikacıların. Ağız dolusu bir milliyetçi laftan başka bir şey değildir. Evet, Lozan birinci büyük savaşı bitirenler arasında şu anda uygulanmakta olan tek barış antlaşması. Bunu da Lozan’ın ne zafer ne de hezimet oluşuna borçluyuz, iki taraf için de. Bir taraf için zafer öbür taraf için hezimet olan barış antlaşmaları fazla yaşamaz. Mesela 1919 Versay, mesela 1920 Sevr.
M. Kemal’in gerçekçi davranıp sınırları kolay korunabilir kompakt bir ulus-devlet amaçlamasının yanı sıra, bu durumu Lozan’ın 1 değil 2 savaşı sona erdirmesine borçluyuz: Türklerin yenildiği Birinci Dünya Savaşı ile Türklerin yendiği Kurtuluş Savaşı.
Lozan anlaşması sürecinde nasıl bir müzakere yürütüldü? Türkiye’nin elinde hangi kozlar vardı, masanın karşı tarafında hangi kozlar? Süreç nerede tıkandı? Ve sonuçta hangi denge ağır bastı? Türkiye’nin “Batı dünyasında/Kapitalist dünyada” kalmaya söz vermesi mi?
Lord Curzon “Biz buraya Mondros’tan geldik” diyordu, İsmet Paşa da “Mudanya’dan geldik”. Ortasını buldular. Türkiye’nin büyük kozu, son savaşın Türklerin yendiği savaş olmasıydı. Tabii, bunun yanı sıra başka önemli unsurlar vardı:
1) Kamuoyu artık askerlerinin eve dönmesini isteyen B. Britanya Musul petrolünü fiilen almış (1926’da da hukuken alacak), esas amacına kavuşmuştu. Bu nedenle Türkiyeli Kürtleri tamamen yalnız bıraktı ve onlara, İsmail Beşikçi’nin dediği gibi, Afrika kabilelerine verdiği “sömürge devleti” statüsünü bile tanımadı.
2) B. Britanya ile Fransa, bir de Yunanistan ile İtalya arasında paylaşım anlaşmazlığı vardı. Mesela İzmir’in işgali için önce İtalya konuşulmuştu, ama bu iş Yunanistan’a verildi. Mesela Irak önce Fransız nüfuz bölgesi olarak düşünülmüşken, petrol bulununca B. Britanya burayı sahiplendi ve Fransa’yı Suriye’ye kaydırdı. Nitekim Fransa 1921 Ankara Anlaşması’nı imzalayarak Anadolu’dan çekilecektir.
3) İzmir’in “eski tebaa” Yunanlılar tarafından işgal edilmesi halk arasında büyük tepki yaratarak Kurtuluş Savaşı’na yardımcı oldu.
4) Sevr’de bulunan iki önemli kavramın Lozan’a kelime olarak bile girmemesi, Ankara’nın antlaşmayı TBMM’ye kabul ettirmesinde önemli rol oynadı: Büyük Ermenistan, bir de Kürdistan.
Müzakereler sırasında kapitülasyonların kaldırılması konusunda anlaşma olmayınca verilen 2,5 aylık arada düzenlenen İzmir İktisat Kongresi’nin verdiği “Kapitalist kampta kalacağız” mesajı, müttefikleri yeni Türkiye’nin ‘Bolşevik’ olmayacağı konusunda ikna etmiş ve dolayısıyla “Büyük Ermenistan” gibi bir tampon devlete artık ihtiyaç bırakmamıştı ki, Lozan’a giden heyete verilen talimatın olmazsa olmaz iki maddesinden biri kapitülasyonların kaldırılması ise, diğeri de “Ermeni Yurdu”nun reddiydi.
Sevr’de çok gevşek terimlerle de olsa geçen Kürdistan konusunun Lozan’da görülmemesi Kürtleri etkilemedi çünkü M. Kemal Paşa bütün savaş boyunca iki etnik grup arasındaki İslam birliğini vurgulamıştı: 1919 Erzurum ve Sivas kongrelerinde, 1919 Amasya Mülakatında, 1920 Misak-ı Milli Md. 1’de, TBMM müzakerelerinde.
Özellikle de, vilayetlerin özerk olduğunu söyleyen 1921 Anayasası Md. 11’de ve bunun, çoğunlukta oldukları vilayetlerde Kürtlerin kendi kendilerini özerk olarak yönetme imkanı yarattığını söylediği Ocak 1923 İzmit Basın Toplantısı’nda.
Belki bunlardan da önemlisi, Kürtlerin Kurtuluş Savaşına katkıları Sevr’deki Büyük Ermenistan projesi sayesinde oldu. Çünkü Doğu Anadolu’nun kuzeyinde planlanan ve Artvin’den batıda Giresun’a uzanan, oradan güneye inerek Erzincan, Erzurum, Muş ve Van’ı içine alan Büyük Ermenistan projesinin sınırları ABD Başkanı Wilson tarafından kesinleştirilecekti ve tabii ki bu sınır ne kadar güneye inerse Özerk Kürdistan o kadar küçülecekti. Zaten Kürtler “millet-i hâkime”, Ermeniler “millet-i mahkume”ydi. Yani, Kürtlerin tüylerini diken diken eden Büyük Ermenistan projesi bu halkı Ankara’nın yanına itmiştir.
Türkiye bu anlaşma ile azınlıklara verilen hakları çok belli ki uygulamaya gönüllü değildi. Liste çok uzun biliyorum ama belli başlı bir-iki örnek vermek icap ederse hangi ihlallerden bahsetmek gerekir?
Lozan Kesim III’ün başlığı “Azınlıkların Korunması”dır. Burada “azınlık” olarak kabul edilen ve en fazla hakka sahip kılınmış olan “Gayrimüslim Türk vatandaşları” dışında 3 kategoriye de (daha az ama) çeşitli haklar tanındı: 1) “Türkçeden başka dil konuşan Türk vatandaşları”,2) “Bütün Türk vatandaşları”; 3) “Türkiye’de oturan herkes”.
Bunların ilk ikisi Kürtler gibi Müslüman gruplara da dil hakları getiriyordu. Bu açıdan, bu Kesim III aynı zamanda bir insan hakları metnidir.
Fakat olay şuydu ki, kısa zaman sonra faşizmin ağır basacağı iki savaş arası dönemde bir ulus-devlet kurulmaktaydı ve ulus-devlet deyince (ulusal devletle karıştırmayalım) başat etno-dinsel grup (burada Hanefi-Sünni-Müslüman-Türk) dışındakilerin kimlikleri reddeden bir devlet türü anlaşılır.
Bu devlet türünün temel ilkesi asimile edebileceğini asimile etmek, asimile edemeyeceğini de etno-dinsel temizliğe uğratmaktır.
Nitekim, Orta Doğu ve Balkanlarda toplumsal kimliğin temeli soy veya dil değil, din olduğu için, yeni Türkiye asimile edebileceği Müslümanları asimile etmeye girişti, asimile edemeyeceği Gayrimüslimleri de etno-dinsel temizliğe uğratmaya.
Dolayısıyla yeni Türkiye Lozan’da kabul ettiği bu hakların hepsini ihlal etti.
Hepsini burada saymak zor ama mesela:
İmroz ve Bozcaada’ya Md. 14’le getirilen yerel özerklik ilk elde unutuldu.
Md. 38’da dolaşım özgürlüğü varken daha 1925’te İstanbul Gayrimüslimlerinin il sınırı dışına çıkmaları izne bağlandı.
1927’de Süryani okulları kapatıldı, İmroz-Bozcaada’daki Rum okulları da fiilen.
1934’te Trakya’da Musevi sürgünü var.
1941-42’de Yirmi Kur’a İhtiyatlar Olayı.
1942-44’te Gayrimüslimlerin ekonomik olarak belini kırmaya ve Müslüman tüccara servet transferi yapmaya yönelik Varlık Vergisi.
1955’te 6-7 Eylül Pogromu.
1930’lar ve 60’larda “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları.
1964’te, 30 Ekim 1930 Mukavelenamesini tek yanlı feshedip, vatandaş olmayan etabli Rumların sınırdışı edilmesi var.
Md. 39’daki medeni ve siyasi haklardan aynen yararlanma hiçbir zaman uygulanmadı; 2022’de nazar boncuğu misali kaymakam yapılan Berk Acar dışında Gayrimüslim memur ve özellikle de Emniyet/TSK mensubu yoktur.
Md. 40’ta her türlü vakıf, ibadethane ve okul kurma, yönetme, denetleme hakkı verilmişti ama patrik seçimlerine müdahale edildi, öğrenciler İslam din derslerine girmeye zorlandı, 1971’de Heybeliada Ruhban Okulu kapatıldı.
1936 Beyannamesi hakkında 1970’lerde Yargıtay’ın T.C. vatandaşı Gayrimüslimleri “Türk olmayan” ilan eden skandal kararlarıyla Gayrimüslim vakıf mallarına el konuldu.
Bu durumlar sonucu, 1922’de yaklaşık bir milyon Anadolu Rumu’nun (o zamanki Yunanistan nüfusunun dörtte biri!) Yunanistan’a kaçmasından sonra ve 1923’te Yunanistan’la yapılan (ve 190.000 Rum’un gitmesine yol açan) nüfus mübadelesinden sonra bile, 1927’deki ilk nüfus sayımında yüzde 3 olan Gayrimüslimlerin oranı bugün binde 1’in altına inmiştir.
Tabii, hakları uluslararası garanti altındaki Gayrimüslim hakları böyle olunca, mesela Kürtlerin dil hakları hiç tanınmadı. Çarşı-pazarda Türkçeden başka dil konuşmak yasaklandı (Md. 39/4), mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanma hakları tanınmadı (Md. 39/5).
Yunanistan’ın da bu azınlık hakları meselesinde pek de gönüllü olmadığını kitabınızdan anlıyoruz. Orada nasıl güçlükler çıkarıldı?
Yaklaşık aynı ihlaller orada da var. Tencere dibin kara.
Eski öğrencim Prof. Dr. Ali Dayıoğlu’ya birlikte yazdığımız bu kitapta Lozan Kesim III’ün önce madde metinleri veriliyor ve ardından Yunanistan’ın ve Türkiye’nin ihlalleri sırayla ve ayrıntısıyla anlatılıyor.
İddia edebilirim ki bu karşılıklı ihlalleri hiç eksiksiz ve tamamen objektif olarak anlatan tek kitaptır şu anda, hem Yunanistan’da hem Türkiye’de.
Neden bu karşılıklı ihlaller? Çünkü her iki devlet de, Herkül Millas’ın dediği gibi, neredeyse bir asır arayla (1829 ve 1923) ve birbirleriyle savaşarak kurulmuş iki ulus-devlet. İkisi de olumsuz mütekabiliyet anlayışını Kıbrıs kavgasını bahane ederek uyguladılar. Sonuçta, kendi soydaşları-dindaşları uğruna kendi farklı vatandaşlarını helak ettiler. Zaten 1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi Md. 60/5 böyle bir mütekabiliyet anlayışını yasaklar.
Unutmadan: Adından da anlaşılacağı gibi (100. Yılda Lozan İhlalleri – Yunanistan ve Türkiye, Azınlıklar ve Ege) kitabın ikinci bölümünde Ege sorunları konusundaki ihlaller anlatılıyor. Orada, azınlıklar konusunun aksine, bir “dengesizlik” mevcut: Lozan ve başka antlaşmalarla saptanmış Ege dengesini esas ihlal eden Yunanistan.
Lozan ve azınlıklar deyince hep Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler anlaşılıyor. Ama aslında antlaşmada sanki daha geniş bir tanım var. O geniş tanıma neden diğer azınlıklar giremedi? Ya da giremiyor?
Lozan Kesim III’te bu üç azınlığın adı bile geçmez. Sadece “Türk vatandaşı Gayrimüslimler” geçer. Bu husus Türkiye’de hep karanlıkta kalmıştır. Televizyonlarda kanal kanal dolaşan bazı profesörler bile azınlık diye bu üçünün zikredildiğini sanır. Çünkü Türkiye devleti hep sadece Rum, Ermeni ve Musevileri azınlık olarak tanıma eğiliminde oldu. Zira azınlıkları mümkün olduğu kadar azaltmak istedi.
Dikkat edilirse bu üçü “şehirli”dir ve göz önündedir, haklarını da arayabilirler. Süryaniler ise “köylü”dür, gözden gönülden uzaktır, haklarını da ancak son zamanlarda arayabilmişlerdir.
Diğer yandan, mesela İstanbul veya İzmirli oldukları halde T.C. vatandaşlığına geçmiş Levantenlere Kesim III’teki haklar tanınmaz Türkiye’de. Aynı durum T.C. vatandaşı da olsalar Protestanlar, Yehova Şahitleri, Ezidiler, Bahailer için söz konusudur; Gayrimüslim oldukları halde Lozan’daki hakları hiçbir zaman tanınmamıştır.