“Kurucu antlaşmamız hakkında bu ne biçim sual!” demeyiniz. Çünkü Lozan’ı ihlal ediyoruz. 18 Haziran tarihli gazetelerden yeni bir örnek: ‘Orhan Miroğlu, ‘Seçim propagandalarında Türkçe’den başka dil yasaktır’ kuralını ihlal ettiği gerekçesiyle Mersin 2. Sulh Ceza mahkemesi tarafından 6 ay hapis cezasına çarptırıldı’.
Oysa, kurucu antlaşmamız Lozan 39/4 aynen şöyle diyor: “Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konuları ile açık toplantılarında istediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır”.
Acaba 39/4’ün bu açık ve kesin hükmünü değiştirdik veya kaldırdık da haberimiz mi yok? Mümkün değil, çünkü yine Lozan’ın 37. maddesi hükmüne göre “Türkiye 38. ilâ 43. maddeleri temel yasalar olarak tanıyacak, hiçbir kanunun bunlara aykırı olmamasını ve bunlardan üstün olmamasını temin edecektir”. Demek ki Lozan Md. 39/4’e göre O. Miroğlu seçim propagandasında “istediği bir dili” kullanır. İster Kürtçe, ister paşa keyfi isterse Japonca.
Üstelik, md. 39/4 “temel hak ve özgürlüklerle ilgili”dir ve bu türden uluslararası antlaşmalar Anayasa’da 2004’te yapılan md. 90/5 değişikliği sonucu, bu türden TC yasalarına üstün ilan edilmişlerdir. Aynen Lozan md 37’nin 1923’te yaptığı gibi.
Yaz, yaz, kendin oku
Ben bunları şimdiye kadar belki bin defa yazdım. Ama burası Türkiye. İnsanlar, bu arada savcılar ve yargıçlar, mevcut hukuktan çok zihinlerindeki mevcut şablonlara göre hareket ederler. Buradaki şablon ikili bir görünüm arz ediyor:
1) “Yasa” algılaması. Anlaşıldığı kadarıyla Miroğlu davasındaki mahkumiyet “Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun”un (STHSKHK) 58. maddesine göre verilmiştir. Benzer hükümler Siyasi Partiler Kanunu (SPK) md. 43/3 ve 81’de de vardır. Nitekim daha önce Diyarbakır Barosu’ndan Tahir Elçi ve Mahmut Vefa, başkanlık yaptıkları kongrede partililer Kürtçe konuştu diye ceza almışlardı. Hak-Par Gn. Bşk. Yd. İbrahim Güçlü de aynı akıbete uğramıştı. Mersin’deki 2. Sulh Ceza yargıcı da bu yasaları bilmektedir, bunları uygulamıştır.
Oysa hukukta bir de “normlar hiyerarşisi” vardır. Örneğin Anayasa, yasalara üstündür; sonradan yapılan kanun önceki kanuna, özel kanun da genel kanuna üstündür. Ama bizde yargıç bu noktaya kadar gelse bile bunların ötesine geç(e)mez. Anayasa’da 2004’te yapılan md. 90/5 değişikliği sonucu, 39/4’ün ulusal yasalara üstün olduğunu söyleyemez. Diyemez ki: ‘Bu durumda 39/4 varken ben bu STHSKHK ve SPK hükümlerini uygulayamam. Ben bunlar hakkında Anayasa 90/5’e aykırılık duyurusu yapmalıyım’.
Çünkü yargıç 90/5’i okumuştur ama (büyük istisnalar hariç) Lozan metnini hayatında görmemiştir. Görmüş olsa bile, Türkiye’deki yargı mekanizmasının “puan verme” sistemi diye bir şey vardır. Yargıç bilir ki, doğru da olsa genelgeçer dışında bir karar verirse büyük olasılıkla Yargıtay’dan dönecektir ve kendisine puan kaybettirecektir. Onun için Yargıtay içtihadı bu yönde değişmeden kılını kıpırdatmaz. Oysa, Yargıtay yargıçları onun şu anda bulunduğu yerden yıllar içinde uzayarak bulundukları yere ulaşmış kişilerdir.
2) Temel yaklaşım ve ideoloji. Türkiye’de ailenin temel eğitim yöntemi korkudur. Savcı ve yargıçlar da hep korkuyu temel alarak büyütülmüştür. Üstelik Türkiye’deki yargı sistemi yargıçların halkla normal ilişki kurmalarına kötü bakar. Mesela, bir yargıç görev yaptığı şehirde insanlarla bir lokantada oturup yiyip içme, onlara ailecek gidip gelme konusunda fevkalade ikirciklidir. Bu durum bu temel yaklaşımla birleşince sonucu düşününüz.
Dahası, yargıçların çok yerleşmiş bir ideolojik yapısı mevcuttur. Hukuk normalde tutucudur çünkü mevcut olanı korumaya yöneliktir. Bu, bütün dünyada böyledir. Fakat Türkiye’deki yargı 1930’ların monist değerlerini fevkalade iyi özümsemiş bir toplumsal tabaka olduğu için özellikle tutucudur. O denli ki, “birlik ve beraberlik”i koruyup kollamakta ancak TSK mensuplarıyla burun farkı yapar. Bu yüzden, bir parti kongresinde Kürtçe konuşulması Lozan’ın ne deyip ne demediğinden çok öte bir şeydir.
Yargıçlar böyle, ya Kürtler?
Yargıçlara yüklendik de, ya bizim Kürtlere ne demeli? Şunu söylemek istiyorum:
Yukarıda da belirttim: Ben bu Lozan 39/4 ile Anayasa 90/5 konusunu bin defa yazdım. Yetmedi, Kürt arkadaşlarıma ve onların avukatlarına yüz bin defa söyledim. Olmuyor! Kürtçe konuşma yüzünden savcı dava açtığında şimdiye kadar Allah için tek bir tanesinin bile bunları dile getirdiğini duymadım! Sebebi nedir, anlamaktan acizim. Yani, bu bilimsel verilere kulak vermeleri için benim Kürtçe anlatmam mı gerekiyor?
Sonuç
Dil yasağıyla karşılaşan her kişi veya kurum Lozan 39/4’ü ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) birlikte ileri sürmeli ve böyle bir yasağın her ikisinin ihlali olacağını iddia etmelidir.
Çünkü hem Lozan hem AİHS Türkiye’yi bağlayan uluslararası hukuk metinleridir ve Anayasa 90/5 gereği ulusal yasalara üstündürler. Avukatlar aynı zamanda bu türden yasakların yine 90/5 gereği Anayasa ihlali olduğunu ileri sürmeyi ihmal etmemelidirler.
39/4’e ters düşen bu dil yasağı AİHM önüne götürülebilir mi? Bilindiği gibi, AİHM iç hukuk ihlallerini veya Lozan ihlallerini değil, sadece AİHS ihlallerini denetler. Fakat Prof. Oktay Uygun’un da belirttiği gibi, kimi kararlarında, önündeki ihlalin aynı zamanda iç hukuktaki bir kuralın ihlali olup olmadığına da değinmektedir. Eğer AİHM, AİHS’e göre ihlal kararı verirken, bu yasağın aynı zamanda 340 s. kanuna göre iç hukukun bir parçası olan 39/4’e de aykırı olduğundan söz edebilir. Bu durumda 39/4 ihlali dolaylı olarak saptanmış olacaktır. Ama buna gerek var mı? Çünkü bir toplantıda konuşulacak dilin kısıtlanmasını hiçbir AİHM yargıcının aklı havsalası almaz.
Ama, kardeşim, yurtiçinde yargıçlar varsa neden yurtdışındaki yargıçlardan medet umalım?
Milliyetçi veya değil, bu herkese koyan çok ciddi bir tatsızlıktır.
Düzeltilmesi de, yurtiçindeki yargıçların uluslararası standartları ve mahkeme içtihatlarını artık öğrenmelerinden geçiyor.