‘Lapsus’u lise psikoloji derslerinden hatırlayacaksınız. Freud bunu Günlük Yaşamın Psikopatolojisi kitabında incelemişti. Söz konusu olan beyin sürçmesidir ama bizde ‘dil sürçmesi’ diye geçer. Bilinçaltına yerleşmiş kimi şeyler, özellikle de konuşurken, bazı insanların kafasındaki esas şeyi istemdışı olarak söyleyivermesine yol açabilir.
Mesela, Eylül 2012’de de “Yargıya zaten gerekenleri söyledik, yargı da gereğini yapıyor” demişti. AKP Genel Merkezi’ndeydi bu konuşma. Bu sefer, 29 Kasım’da toplanan Uluslararası Kudüs Sempozyumu’nda, Arap davetlilerin önünde ilan etti: “Devlet terörü estiren zalim Esed’in hükümranlığına son vermek için biz oraya girdik. Başka bir şey için değil.”
Ağzından kaçırdığını iki gün sonra şöyle ‘düzeltti’: “Hedef herhangi bir ülke veya kişi değil, sadece terör örgütleridir. Defalarca dile getirdiğimiz bu hususta hiç kimsenin şüphesi olmasın, söylediklerimizi de kimse başka bir şekilde yorumlamasın.”
Bugüne kadar, Suriye’ye uçak, tank ve şimdi de piyadeyle girişimizi Amerikalılara IŞİD’le mücadele, vatandaşa da PKK-YPG-PYD’yle mücadele olarak izah etmişti. Şimdi tüm dünya gerçek sebebi kendi ağzından duydu ve not etti. Böyle fırsat her zaman ele geçmez deyip, zamanı gelince gereken yerlerde kullanabilirler.
***
Nasıl kullanabileceklerine iki açıdan bakalım: Politika ve hukuk. Uluslararası politika alanında aralarında şöyle konuşacaklar: “Tek Adam rejimine kanırta kanırta giden Erdoğan, komşu cumhurbaşkanını diktatör diye devirmek için ordu soktu.”
Artık hiçbir komşumuz, en azından Erdoğan yönetimde olduğu sürece, Türkiye’den emin olamaz. Hele de Misak-ı Millî’nin Erdoğan yorumu karşısında. Allahtan, Misak-ı Millî tek taraflı bir deklarasyon olduğu için sadece Türkiye’yi bağlıyor.
Sadece komşular değil, uzak ülkeler açısından düşünüldüğünde de durum daha iç açıcı değil. BM’de dört yıl görev yapan emekli büyükelçi Ömer Ersun anlatıyor:
“BM Genel Kurul ahalisinin çoğunluğunu zaten diktatörler oluşturur. Erdoğan’ın altyazılı video kaydını cep telefonlarından birbirlerine gösterecekler şimdi. Bu emsalden o kadar irkileceklerdir ki, izahat vermeye kalkışsan dinletemezsin bile. Bush yüzünden, ‘işgalci ülke’ rütbesinin asli sahibi ABD idi, kendi kendimizi yaver tayin etmiş olduk.”
Kıbrıs konusunda BM’de durmadan tokat yiyişimiz nedendi dersiniz?
***
Şimdi Filistinliler şöyle düşünüyorsa hiç şaşmam: “Erdoğan kürsüye boynunda Filistin atkısıyla çıktı ama, aynen İsrail gibi başka ülkelerde gerilla avına çıkıyor. Ayrıca bundan sonra İsrail’e hangi yüzle kalkıp da ‘Sen Gazze’de şunu yaptın, bunu yaptın’ diyecek?” Bizde ise şöyle düşünenler yoksa çok şaşarım: “Çatır çatır ordu soktuk Suriye’ye, kimse engel olamadı.”
İyi de, bu rahatlığın nereden kaynaklandığı düşünüyor muyuz? Tabii ki AB’nin mülteciler meselesinden, Rusya’nın bizi Batı blokunu bölme aracı olarak kullanma fırsatından, ABD’nin de IŞİD çaresizliğinden kaynaklanıyor. Bu pozisyonlar değiştiğinde, ki Ortadoğu çok kaygan bir kumdur, ne olacak?
Veya, bir komşumuz da bize günlerden bir gün, düşmez kalkmaz bir Allah, mesela ‘Kızılırmak Kalkanı’ operasyonu düzenlemeye kalkarsa?
***
Uluslararası hukuka gelelim. Zurnanın zırt dediği yer esas orası:
1) Uluslararası hukukta demeçleri devleti bağlayan üç kişi vardır: Cumhurbaşkanı, başbakan, dışişleri bakanı. 1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi Md. 7’ye göre bu üçü yetki belgesi olmaksızın devleti adına antlaşma yapabilir. 1976’daki Türkiye-Yunanistan Ege Kıta Sahanlığı davası Uluslararası Adalet Divanı (UAD) önüne geldiğinde, ortak açıklamanın bir anlaşma sayılamayacağını ileri süren Türkiye’yi Divan reddetmiş (paragraf 96), böylece en azından başbakanlar açısından temsil yetkisini kabul etmişti. Burada cumhurbaşkanından bahsediyoruz.
‘Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma’ yazarı arkadaşım Profesör Funda Keskin Ata’yla konuştum. Sadece tek bir demeç uluslararası sonuç doğurmayabilir, diyor. Ama sağ olsun, Erdoğan, Esad’ı demeçten başka şeylerle de, mesela ordu yollayarak devirmeye çalışmakta.
İlave ediyor; “İki devlet arasında uluslararası bir dava olsa bu üç kişiden birinin konuşmalarının etkisi olacağı muhakkak” diyor. Üstelik Erdoğan bunu seçim konuşmasında filan değil, uluslararası bir toplantıda ilan etti.
Funda bir de şunu söylüyor: Kamuya yapılan konuşmalar uluslararası mahkemelerde daha önce delil olarak kullanıldı. BM Ruanda Mahkemesi, Eylül 1998’de tarihteki ilk kez tanımlanmış soykırım mahkûmiyet kararını verirken kimi konuşma ve yayınları ‘soykırıma tahrik’ olarak yorumladı (https://www.ushmm.org/wlc/en/article.php?ModuleId=10007839). Allahtan, Türkiye UCM’ye üye değil, Erdoğan’ın açıklaması da soykırımla ilgili değil.
***
2) BM Anayasası Md. 2/4 kuvvet kullanmayı, hatta kuvvet kullanma tehdidini yasaklıyor. Bunun iki istisnası var: a) BM Güvenlik Konseyi (GK) kararı varsa (VII. Bölüm); b) Meşru müdafaa (MM) durumu varsa (Md. 51). Burada GK kararı yok. MM ise hiç yok. İki sebepten:
Bir kere, Dr. Rıza Türmen de söylüyor, MM olması için Türkiye’ye bir saldırı olması lazım. Yok. Tam tersine. Üstelik BM Genel Kurulu Aralık 1974’te “silahlı kuvvetlerle bir ülkeye geçici de olsa girmek, ablukaya almak, bombalamak, silahlı çeteler yollamak” diye tanımladı ve UAD de ABD’nin Nikaragua’ya Contra’ları eğitip yollamasını 1986 yılında mahkûm etti.
İkincisi, Funda’nın da söylediği gibi, terörizme karşı MM diye bir durum olamaz çünkü MM ancak bir devlete karşı olabilir. Nitekim ABD, El Kaide’ye karşı Afganistan’da yaptığı operasyonları bu devletin terör örgütünü himaye ettiği gerekçesiyle açıklamıştı. Suriye’de tam tersi bir durum var: Terör örgütü, Suriye devletini vuruyor.
Lapsus deyip geçmemeli. Veya, hani bizde ne derler, “Allah söyletti!” demeli…