Son kitabım “Türkiye’de Azınlıklar: kavramlar, Lozan, iç mevzuat, içtihat, uygulama”, TESEV raporu olarak çıktı. 5 Temmuz Pazartesi günü Ankara’da TBMM İnsan Hakları Komisyonuna, ertesi gün de İstanbul’da akademisyenlere ve basına tanıtıldı.
Tahmin ettiğim de oldu: 170 sayfalık kitabın bir tür girişini oluşturan ve en sudan kısmı olan Birinci Bölüm öne çıkarılarak Kürtler ile Alevilerin azınlık olup olmadığı tartışma konusu yapıldı. Şimdilik burada öncülüğü, iki gazetemden biri olan Birgün almış durumda; arkası gelebilir.
Her şeyin tartışılması iyidir. Ama, kavramları saptırmadan. Tanıtım saat 11-13 arası yapıldı. Tabii ki o saatten sonra 170 sayfalık bilimsel bir kitap okunup da haber yapılamaz; toplantıyı izleyen muhabirlerin izlenimleriyle yetinirsiniz. Fakat, bu muhabirlerin yazısını da iyi okumadan sekiz sütuna manşet atarsanız, o olmaz. Birgün gibi ciddi ve bağımsız bir gazete çıkarmanın fiyatıdır bu. Hani, resimli gazeteler vardır, onlarda olur: birinci sayfada bir dilber fotoğrafının üstünde yazar: “Ağzıma aldım, çok hoşuma gitti!”. Devamı sayfa 7’dedir ve orada, hatunun dondurma yediğini okursunuz.
Manşet şöyleydi: “Azınlık Tartışması. TESEV’in hazırladığı ‘Türkiye’de Azınlıklar’ raporunda, Lozan Antlaşmasındaki kararın aksine Arap, Alevi, Balkan ve Kafkas kökenliler ile Kürtlerin azınlık olarak kabul edilmesi önerildi”. Haberde ise, kimi yanlışlar bulunmakla birlikte, böyle bir “öneri”den bahis yok. Maalesef, Türkiye’de sadece manşetler okunur ve ahkam kesilir.
Ben sadece şunu yazdım ve söyledim: Lozan’a ve resmî uygulamaya göre yalnızca Türkiye’deki gayrimüslimler azınlık kavramına dahildir; ama uluslararası standartları uygularsanız Alevi ve Kürtler de bu kavram içine girer.
Neden girer, çünkü bu standartlara göre azınlık şudur: “Çoğunluktan farklılık gösteren ve bu farklılığı kimliğinin vazgeçilmez unsuru sayan, başat olmayan vatandaş grubu”. “Vazgeçilmez unsuru saymak” burada “azınlık bilinci” anlamındadır. Araplar ile Balkan ve Kafkas kökenliler Türkiye’deki üst kimliğe itiraz etmedikleri için bu tanımın azınlık bilinci koşuluna uymazlar. Ama Aleviler ve Kürtler başat değildirler, farklıdırlar, bu farklılığı kimliklerinin vazgeçilmez unsuru sayarlar; Aleviler “Sünni Müslümanlık”, Kürtler de “Türklük” biçimindeki üst kimliğe şiddetle itiraz ettikleri için ikisi de uluslararası standartlara göre “azınlık” tanımına girerler.
Teorik açıdan bu böyledir ama, pratik açısından ne fark eder ki? Gerek devlet gerekse bu iki grup, bir noktada yüzde yüz anlaşırlar: Kürtler ve Aleviler azınlık değildir! Çünkü Türkiyeli Müslüman insanın kafasında “azınlık” ikinci sınıf vatandaştır, hatta aşağılık bir kavramdır, mümkün olan en kısa zamanda kurtulmak gereken bir kanserli urdur. Osmanlı’nın taa 1839’da bitirdiği ve tamamen dinsel tanımlamaya dayalı “Millet Sistemi”nin Cumhuriyet döneminde bile hâlâ devam eden kalıntısıdır bu zihniyet.
Buna ek olarak, bu iki grubun her ikisi de, azınlık olmayı, “kurucu unsur oldukları” gerekçesiyle reddeder ve hakaret sayarlar. Bu duygu, onları aynen, bu ülkeyi kurduğunu ileri süren başat grup Türklerin pozisyonuna getirir: Herkes kendini “kurucu unsur” saymaktadır ve Türkiye’yi sahiplenmektedir. 24 Haziran 2004 tarihli Radikal’de Nuray Mert de yazdı: “Biz niye uğraşıyoruz? Bir yerine iki milliyetçilik [Türkler ve Kürtler] Türkiye’nin patent hakkını tescil etsin diye mi?”
Bu “yüce” mevkide olmayan, bir tek, bu topraklarda Türkler gelmeden önce yaşamakta bulunan insanlardır: Gayrimüslimler.
İşin bir ilginç yanı da şu: Bu Müslümanlardan herbiri, “kurucu unsur” olmak için sağlam gerekçeye sahiptir, örneğin Birgün’ün telefonla arayıp konuştuğu Çerkez yazar Çetin Öner “Kurtuluş Savaşında en fazla şehidi biz verdik” demiş.. Alevi dedesi Muharrem Ercan da “Türkiye’nin gerçek sahipleriyiz” dediğine göre, kurucu unsur’un sayısı etti mi dört?
Bu gruplar bir şeyin daha farkında değildirler: Bir yandan azınlık diye anılmaktan nefret ederken, bir yandan da azınlık hakları istediklerinin. Çerkezler ve Kürtler kendi anadillerinde öğretim ve yayın hakkı isterler. Aleviler kendi inanışlarında din dersi isterler. Oysa bu talepler insan hakkı değil, azınlık hakkı talepleridir. Çünkü insan hakları herkese verilirler, azınlık hakları ise başat olmayan gruplara kimliklerini korumaları kolaylaşsın diye verilirler.
Türkiye bu işin içinden nasıl çıkar? Çok basit: 1) Yasakları kaldırıp kültürel hakları tüm vatandaşlara vermek suretiyle azınlık haklarını bir tür insan haklarına dönüştürerek. 2) Üst kimliği “Türk” değil, “Türkiyeli” yapmak suretiyle, kurucu unsur olmayı marifet olmaktan çıkartarak.