Baskın Oran

Kardak (İmia) Kayalıkları

Bugün (31 Çarşamba), bildiğiniz gibi değil, pek revaçtayım!

Bilmem kaç gazetenin ardından, önce Hollanda radyosunun Türkçe yayınlarından, arkasından da BBC’nin Fransızca yayınlarından aradılar ve Kardak Kayalıkları işini sordular.

Zaten dünü ve bugünü bu Allahın bilmemne ettiği kaya parçalarının statüsünü incelemek için harcamışım. Neden derseniz, SBF’de derslerin başlayacağı 26 Şubat günü bizim canavar öğrenciler 4. sınıftaki “Uluslararası Güncel Sorunlar” dersinde, banko, bu kayalık işinin ne olduğu soracaklar, daha bismillah demeden! Eh, bu kadar hazırlanınca, haftalık yazının da konusu belli oldu. Oturup, Mercümek’in tüymesini yazacak değildik herhalde.

BBC’nin Fransızca yayın sorumlusu soruyor:

“Biraz önce bir Yunan yetkilisiyle konuştum, diyor ki, böyle bir sorun yok diyor, çünkü bu adacıkların mülkiyeti konusunda bir tartışma yok, bu adalar Yunan egemenliğindedir, diyor. Siz de Türk görüşünü açıklayabilir misiniz, denge sağlamak için?”

Kendisine anlatıyorum, ben Türk yetkilisi değilim, onun için Türk görüşünü anlatamam, üniversite hocasıyım, olayın ne olduğunu anlatmaya çalışırım. Tamam, dedi ve aşağıdakileri anlattım:

Yunan yetkilisi “Bu konuda bir sorun yoktur; adalar Yunanistan’ındır” diyorsa, Yunanistan niye 1950 ve 53’te Türkiye’ye başvurarak bu adacık ve kayalıkların statüsünün belirlenmesini istemiş? Çünkü, bu ve bunun gibi Ege’deki daha yüzlerce kayalığın hukuksal statüsü belli değildir de, onun için. Yani, bu kayalıklar ne Yunanistan’ın egemenliğindedir, ne de Türkiye’nin. Kimin olduğu da belli falan değildir. Bu bir.

İkincisi, bu Kardak’tan (Yunancası: İmia) söz eden tek diplomatik belge, 28 Aralık 1932’de İtalya’yla Türkiye arasında imzalanan bir anlaşmadır. İtalya, çünkü 1947’de Yunanistan’a geçene kadar Onikiadalar İtalya’nındı. Bu tarihte iki ülke arasındaki karasularının belirlenmesi için bir dizi anlaşma yapıldı (hatta, Bodrum açıklarındaki Karaada Türkiye’ye, Kaş açıklarındaki Meis Adası da İtalya’ya bu 1932 yılında verildi). Ama Kardak’tan sözeden yalnızca bu 28 Aralık anlaşması.

Anlaşma metninin karasuyu sınırı çizen 2. maddesinin 30. fıkrası sınır çizgisini tarif ederken aynen şöyle diyor:

“Kardak (kayalık) ile Kato I. (Anadolu kıyısı) arasındaki orta noktadan geçer”.
Yani, çizginin sağ tarafı Türkiye’nin, sol tarafı İtalya’nın. Kardak da solda kalıyor.

Ama, ufak bir ayrıntı var; Yunanlıların bilmiyormuş gibi davrandıkları bir ayrıntı: Bu anlaşma Türkiye tarafından ratifiye edilmemiş, yani onaylanmamış. Bu yüzden de geçerlik kazanmamış. Bu yüzden, İtalya 1937’de Türkiye’ye başvurmuş, anlaşma onaylansın ve uygulamaya konsun, diye.

O sırada bizim aramız İtalya’yla fena halde şekerrenk. İki yıl önce İtalya Habeşistan’a saldırmış, bunun için de Onikiadalar’a yığınak yapmış, bizim ödümüz kopmuş Mussolini bir süredir sulandığı Antalya’ya çıkacak bu arada diye. Bu yüzden, o sırada Milletler Cemiyetinin (MC) İtalya’ya koyduğu ambargoya can-u gönülden katılmışız. Tabii, cevap falan verilmiyor. Zaten iki yıl sonra savaş çıkıyor.

Şimdi Yunanistan bir yandan bu anlaşmanın geçerliğini ileri sürüyor, bir yandan da diyor ki: “O  zamanlar Milletler Cemiyetine kaydettirilmemiş diye Türkiye buna geçersiz diyor, oysa sadece antlaşmaların kayıt zorunluğu vardır, böyle protokol cinsinden ek anlaşmaların MC’ye tescili zorunlu değildir”. Duyan da, ciddi bir laf  sanacak.

Devam edelim. Savaş bitiyor, 1947’de barış konferansı Paris’te toplanıyor, Yunanistan burada 28 Aralık 1932 anlaşmasının kendisine de uygulanmasını istiyor. Türkiye konferansta temsil edilmemekte. Ama Sovyet delegesi öneriye itiraz ediyor, anlaşmanın geçerlik kazanmadığını söylüyor ve bu yüzden bu husus Onikiadalar’ı İtalya’dan alıp Yunanistan’a veren 1947 Paris Antlaşmasına geçmiyor.

1950 yılı geliyor, Yunanistan bu sefer Ankara’ya başvuruyor ve 32 anlaşmasının, İtalya’nın halefi olarak kendisine uygulanmasını istiyor. Ankara yine cevap vermiyor. Yunanistan önerisini 53’te yineliyor, Ankara’dan yine tıs yok. Zaten Yunanlılar da ondan sonra işin peşini bırakıyorlar.

Taa ki, Figen Akat adlı kuru yük gemisi, 25 Aralık’ta, Kalimnos’a 5,5 deniz mili, Türk kıyısına da 3,8 deniz mili uzaklıktaki Kardak’ta karaya oturana kadar. (3,8 değil de 3 mil olsa, Lozan’ın 6. maddesinin 2. fıkrası “İşbu antlaşmada aykırı bir hüküm bulunmadıkça, deniz sınırları kıyıya üç milden daha yakın bulunan adaları ve adacıkları da içine alacaktır” dediği için kayalık Türkiye’nin olacak !).

Yunan destroyerleri hemen geliyor, gemiyi kurtarmak istiyorlar. Ama Türk kaptan bu işlem için 355.000 dolar istendiğini duyunca Türk makamlarını arıyor. Ve pantomim başlıyor! Bizim yetkililer: “Ne işi var Yunanlıların orada? Orası bizim toprağımız!” diyorlar. Gerisini TV’den izlediniz.

(Evet, izlediniz. Kanal D’nin yırtık bağyan muhabiri, bitaraflarına bişey yapılmış gibi ciyaklıyor helikopterden: “Eveeet! Sayın Seyircileeer! Miraj tipi bir Yunan uçağı şimdi üzerimize doğru pike yapıyor! Şimdi uzaklaştı. Kaçıyor! Bakın, bakın, nasıl kaçıyor!” . Ulan bayan, ulan hanımefendi, niye kaçsın, senin ciyaklamanı duysa durmaz kaçar tabii ama, o mesafeden duyamaz ki, uzaklaşıyor. Tövbe yarabbi, şu mübarek günde nâmahreme ağzımdan bi laf çıkacak, günaha gireceğim!).

Lafın burasında Fransız muhabir araya girdi ve sordu: “Peki, durum böyleyse Yunanlılar nasıl iddia ediyor adacığın kendilerine ait olduğunu? Neye dayanıyorlar ‘Müzakere edilecek bişey yoktur’ derken?”

Derler, diyorum, çünkü bütün Ege’nin kendilerine ait olduğunu biraz da haklı biçimde iddia ederler, çünkü bazıları Türkiye kıyıları boyunca sıralanan ve Anadolu’yu bloke eden tam 2383 tane adaları var bu denizde. Bu yüzden Ege’de Yunan karasularının oranı yüzde 35, Türkiye’ninki yalnızca yüzde 8,8. Yunanistan denize tamamen sahip olmak için 12 mili istiyor, bunu yapabilse karasuları yüzde 64’e çıkacak, Türkiye’ninkiler ancak yüzde 10’a çıkabilecek, bu arada da uluslararası sular yüzde 56’dan yüzde 26’ya inecek. Ama Türkiye “Savaş açarım” (Latince: “casus belli”) diye tehdit ettiği için bunu doğrudan yapamıyor. Dolaylı olarak yapmaya çalışıyor. Şöyle:

Kasım’da bir kararname yayınladılar. Issız adacıkları iskâna açmak için gideceklere devlet yardımı verecekler. Çünkü ıssız adacıkların kendi karasuyu olamıyor, “ıssız” olmazsa oluyor. Karasularını bu yöntemle genişletecekler. Hikâye bu.

Sonra şunları ekledim:

Yunanistan’ın yerine ben de olsam Türkiye’yle müzakereye girmem. Çünkü Yunanistan şu anda çok avantajlı pozisyonda. Müzakere edip ne yapacak? Türkiye’nin bütün işi batıyla (Avrupa’yla); ama Yunanistan’ın doğuyla işi yok, olsa bile doğusundaki deniz (Ege) kendi adalarıyla dolu.

Bir de, Yunanistan AB üyesi olmanın avantajını yaşıyor. Zaten bu yüzden, Athens Newsflash’ın 31 Ocak 1996 sayısı dışişleri bakanı Pangalos’tan söz ederken, şöyle dediğini bildiriyor:

“He warned that things would become very difficult for Turkey with respect to the EU”. Yani, Pangalos “Türkiye’nin AB’deki işleri çok zorlaşabilir” uyarısında bulunmuş. Haklı. Çünkü avantajlı.

Son olarak, “Peki böyle durumlar tekrarlanırsa savaş çıkabilir mi?” diye sordu.

Çıkmaz, dedim. Çıkmaz da, günlerden bigün ya bir Yunanlı yada Türk pilot üstteğmenlerden biri o sabah evden çıkarken karıyla kavga etmiş olacak, o dalış senin bu dalış benim derken kafası atıp basıverecek kırmızı düğmeye, karının ümüğüne basamadığı için, o zaman ayıkla pirincin taşını olacak.

Nasıl, iyi demiş miyim?

Önceki Yazı
Sonraki Yazı