Baskın Oran

Güneydoğu’dan Güzel Haberlerim Var

Batman’a daha önce bir kere, Mayıs 2000’de gitmiştim. Bizim oğlan Hasan orada komando, askerliğini yapıyor, kerataya bir moral diye.

Batman Barosunun eski başkanı Sabih Ataç’la Eylül 2003’deki Diyarbakır seyahatimizde tanışmıştık. Grubu Hasankeyf’e götürmüş, herkesi pek mutlu etmişti. O zaman bir konferans sözü vermiştim. Sonra, başkan Zekeriya Aydın telefon etti, davet etti. Bu sefer onun için geldik. Size hem Batman’ı, hem de eşlerimizi alarak Sabih beyin arabasıyla yaptığımız Batman-Midyat-Cizre-Şırnak-Siirt-Batman turunun ilginç noktalarını anlatacağım.

Malabadi Köprüsü

Batman’a vardığımız gün, 12. yüzyıldan kalma Malabadi köprüsüne gittik. Hemen yakın. Ansiklopedide görmüşüm ama, bu kadar görkemli olduğunu bilmiyordum. Ayaklarının içinde, iki tarafında birer oda var. İniyoruz. Yörenin çocukları da arkamızdan.

Yöreye daha önceki gelişlerimizden biliriz, burada bütün çocuklar gönüllü turizm rehberi. Ezberlemişler, sen dolaşırken peşinde dolaşıp teyp gibi anlatıyorlar. Çıkarıp ufak bişeyler veriyorsun. Burada da okuyorlar ama turistik izahat değil, Türkçe pop okuyorlar! Ben anlamıyorum, Feyhan farkına varıyor: 1970’lerdeki Rânâ ve Selçuk Alagöz’ün “Malabadi Köprüsü” şarkısı!

Matrak dünya. Hani, artık her inşaatta moda ya, bizim devlet de katılmış. Köprü yanındaki kocaman levhada aynen şöyle yazıyor, dikkatli okuyun: “Değerli Vatandaşlarımız. Sizlerin emniyet ve güvenliği için yaptığımız yol kontrol ve aramalarından dolayı özür dileriz. İyi yolculuklar”. Bölge halkı buna kafiye tutturmasa olmaz ya, iki adım ötedekinde aynen şöyle yazıyor, yine dikkatli okumanız ricasıyla: “Köpri Başi Canlı Balık Dinleme Tesisleri”.

Gercüşlü fıkraları!

Diyarbakırlı dostum Behlül’den de (Yavuz) bilirim zaten, Kürtler cidden içten ve de esprili adamlar.

Bir kere, kendileriyle enfes dalga geçiyorlar. Batman’da kaldığımız, kentin içinde tam anlamıyla bir vaha olan TPAO arazisindeki Kristal Park konukevinde yemek yerken sofradaki avukat arkadaşlardan biri solcu gençlik dönemini anlatıyor:

Vallah hocam, elime boyayı verdiler, köy ağası amcamın duvarına slogan yazdırdılar! Ben de yazdım!”. Benim konferanstan sonra da şöyle diyecek: “Hocam, ne güzel yaşıyoduk, geldin bi konuştun kafamızı hepten karışık ettin!”.

TV’den dinlemişsinizdir; galiba Kâhtalı Mıçı idi. Bunlar okulda her biri birer sevgili ediniyorlar. Kızları paylaşıyorlar. Ama kızların katiyen haberleri filan yok. Okul bitiyor, hepsi dağılacaklar, arkadaşlar sıkıştırıyor: “Git, kıza sevdiğini söyle!”. Sonunda canını dişine takıyor, “Arkadaş olabilir miyiz?” diyor. Kız da “Git ordan, terbiyesiz!” diyor. Reddedilmiş aşıktan cevap: “Yaa? Demek öyle, şimdi böyle mi olduk?

Sabih bey bir yandan araba kullanıyor, bir yandan da bana çok dokunan şu içten sözleri söylüyor: “Ben çok fakir bir ilçe olan Dargeçit’in Halila köyünde doğdum ve Batman’ın en fakir mahallesi Karşıyaka’da büyüdüm. Babam zorla imam-hatibe yolladı. Ben zorla Ankara Hukuk’a devam ettim. O zamanlar futbol oynuyordum. Bir maçı kazandık, sınıf arkadaşlarımızdan bir hanım kız sevinçten sarılıp iki yanağımdan öptü. 3 ay aşık gezdim…

Kendisiyle dalga geçen adam başkalarıyla geçmez mi? Midyat yolunda Gercüş’ten geçiyoruz, başlıyorlar Gercüşlülerle ilgili hikayelere. Efendim, Gercüşlülerin tümü ağa olduklarını iddia ederlermiş. Bigün 3 Gercüşlü bir taksiye binmişler, ikisi hemen şoförün yanına atlamış, üçüncüsü arkaya oturmak zorunda kalmış ve Gercüş’e girerken şoförün ensesine makineyi dayamış: “Geri geri gideceğsen!!”. Daha fazla anlatmayalım, yolumuz Gercüş’e de düşer bir gün.

Tahtlarında Oturmuş Gömülen Metropolitler

Gercüşlü fıkralarını, Mareto dağında yaşayan Kozluk-Hamzuvat aşiretine ilişkin hikayeler izliyor. Bu eşhas çok soğan yemekle ve sinirlendikleri zaman çarşı içinde bile adam vurmakla ünlüymüş. Bu iki niteliği birbiri ardına anlattılar, ilişkili midir tam anlayamadım.

Hikayeler bitmeden Midyat’a varıyoruz. 6 aktif Süryani manastırının bulunduğu Tur Abdin bölgesindeyiz. Sabih bey haber vermiş, kasabanın girişinde Yusuf Beğtaş karşılıyor. Önce, yöreyi terk etmiş zengin bir Süryani’nin muazzam evinden devlet konukevine dönüştürülen “Midyat Çevre Kültür Evi”ne götürüyor. Sonra da, herşeyine koşuştuğu Mor Gabriel Deyrulumur Manastırını ahırından çatısına kadar gezdirmeye.

Giriş katındaki eski inek ahırları “çok amaçlı kongre kompleksi” olarak restore edilmiş; enfes bir akustiği var. Büyük kiliseye geçtiğimizde, asıl akustiğin burada olduğunu göstermek isteyen Yusuf başlıyor mu orada sana, güldür güldür bir Süryani ilahisi okumaya, ıpıssız kilisenin koca mihrabı önünde? Ensemdeki tüylerin kirpi gibi dikildiğini hissediyorum.

Yusuf’suz gezilse, yine hoş bir turistik seyahat olurdu. Ama Yusuf örneğin sizi mihrabın arkasına çağırıyor, yerdeki bir halıyı ucundan tutup kaldırıyor, altındaki tarihî mozaiği gösteriyor. Yusuf sizi Kripta’ya (mahzene) indiriyor; hangi metropolitin hangi duvarın arkasına, tahtına oturmuş vaziyette tören giysileriyle gömülmüş olduğunu anlatıyor…

Ayrılmadan, Metropolit Samuel Aktaş bizi odasına davet ediyor. Ateş kırmızısı upuzun giysi, onun üzerinde uzun simsiyah ceket, yine aynı kırmızıdan başlık, uzun bir kır sakal. Görünümü ve sakin tavrıyla çok sade ve dingin bir tablo.

Yalnız, biraz mütereddit gibi: “Bugün askerler gelmiş manastırın kapısına” diyor. O sırada çaylar geliyor, içiliyor, arkasından birer poşet konuyor yanımıza: Tekirdağ rakı şişesi içinde manastır mamulatı Süryani şarabı. Birer torba da fıstık. “Fıstıkları elimle topladım” diyor Samuel Aktaş.

Çok teşekkürler niye zahmet ettiniz mırıldanırken bizler, kapı tıklanmadan açılıyor, genç bir jandarma astsubayı giriyor: “İspanya ataşesi gelecekmiş. Geldi mi?” diyor. Belki misafir misafiri sevmediği içindir ama, bu tablodan huzursuz oluyorum; artık metropoliti bilemem. Biz izin isteyip kalkarken, genç astsubay kalıyor. “Ben biraz daha oturacam, çay içecem” diyor. Metropolit bizi arabamıza kadar geçirirken içeride çayını içiyor.

Samuel Aktaş bize bir de, tartsan rahat 1,5 kg gelecek büyük boy bir kitap armağan etti: Avusturyalı profesör Hollerweger’den üç dilde “Canlı Kültür Mirası Turabdin”. Arka kapakta, Tur Abdin bölgesini gösteren bir Türkiye haritası. Sonradan öğreniyoruz ki Akşam gazetesi 27 Haziran 2002 tarihli sayısında bu haritayı manşetten şöyle vermiş: “Türkiye’yi Bölen Bölene!”. Arkasından, mahkeme kararıyla bir tekzip yayınlamış, olmuş bitmiş…

 Köylerine Dönen Süryaniler

Yusuf Beğtaş tam bizi Cizre’ye yolcu ederken, yanımızdan geçen bir otomobille selamlaştı. Direksiyondaki adam indi, Yusuf tanıştırıyor: “Gabriel Uygur. Hollanda’dan kesin dönüş yaptı. Köyüne ev yaptırıp yerleşiyor”.

Cizre’de öğle yemeği için bekleyenleri bekletme pahasına bu köyü mutlaka görmemiz lazım. Yol yok; zıplaya zıplaya 20 dk. kadar gidiyoruz. Terk edilmiş harabe köy evleri ile hemen diplerinde yükselmeye başlayan 4 katlı villaların kontrastı acayip. Bu saray yavrularında böyle kalın taş duvarlar varken kışın içeride mangal yaksan kâfidir, yazın da klima istemez. Adam arabasına bir garaj yapmış, ki 2 adet gecekondu sığar, dışarıdan baktığında sırf taş örme görüyorsun. Bu taşlar nasıl tutuyor, beton kolon yok, kemer de yapmamış diyorsun, içine giriyorsun, kolonu o zaman fark ediyorsun.

Bunu yaptıran, Midyatlı bir Süryani köylü. Avrupa’ya canını atmak zorunda kalmış, çalışıp para kazanmış, köyünde şimdi villa yaptırıyor. Bin yıllık Süryani kültürü üstü Avrupa görgüsü…

Köşe yazısında dediğim gibi, ne oluyor, temizlenen Haliç’e balığı geri dönüyor! Hiçbir şey açısından almayınız, sırf dış tanıtım açısından alınız ve bunun Türkiye için nasıl bir imaj düzeltmesi olduğunu düşününüz…

Cizre’de Yer Sofrası Sohbeti

Cizre’nin köklü feodal ailelerinden Veseklerin evindeyiz. Bilmiyorum ev demek yeterli mi. Mahalle içindeki taş binalar arasından geçiyorsunuz, han kapısı gibi bir  kapıdan giriyorsunuz, önünüze köy meydanı kadar bir avlu açılıyor. Avlunun dört çevresinde muhtelif evler. Sülalenin oturduğu evler. Birine giriyoruz, merdivenleri çıkıyoruz, öğle yemeğindeyiz. Fırında kuzu, pilav, salata, muhallebi, ayran. Yer sofrası. Gani muhabbet. Bölgenin iyiye gitmesinden duyulan mutluluk. Bu düzelmenin “yabancı baskısı” sonucu gelmesinin yarattığı burukluk. “Kalıcı olur mu?” sorusu. “Bizim de kabahatimiz yok değildi!” özeleştirisi…

Evsahibi Dr. İsmail Vesek’in abisi Sabri bey 12 Eylül dönemi geldiğinde Cizre belediye reisiymiş, o geldi, “Neden viski ikram etmediniz!” diye çocuklara kızdı. Biraz sonra, anlatıyor: “Kenan Evren genelkurmay başkanıyken geldi, karşıladık. Tam yoldan geçiyoruz, gençlerden biri duvara ne yazıp kaçmış! ‘Ordu Defol!’. Kenan Evren bana döndü: ‘Nereye defoluyoruz?’ dedi. Ben dedim, ‘Paşam, Taksim meydanına da yazıyorlar, ben nasıl başedeyim?’ ”. Tabii, 12 Eylül olunca, doğru içeriye.

İçeriden çıkmış, bir gün gencin biri gelmiş yanına, beni tanıdın mı amca diye sormuş. Tanıyamadım deyince, hani cezaevinden bilmemkim, demiş. Cevap: “Oğlum, Kürt Kürdü nerede bulacak? Ya hapishanede, ya mezarlıkta, ya dağbaşında!”.

Sabri beyin çocuklarının adları: Tavda, Hırşenk, Zana, Dijvar. “Bunları nasıl kaydettirebildiniz nüfusa?” diye sorduğumda, görevli tanıdıktı cevabını alıyorum. Çocuğunun adını koyabilmek için görevlinin tanıdık olması gereken bir ülke burası.

 Şırnak’ta Tek Karta 8 Hat!

Vesekler bize Şırnak’taki “3 Yıldızlı” bir otelden yer ayırttılar. Bu gece orada kalacağız. Kendileri kalmamış ama geçenlerde kalan bir tanıdık tavsiye etmiş.

Vardık, çarşı içinde bir otel. Broşüründe yok yok. Dijitürk’ten tut, özel parking’e kadar. Özel parking, otelin altındaki mağazaların önü çıktı; tabii ki “Durulmaz” levhasıyla birlikte. Dijitürk’deki istasyonlar: TRT-1, 2, 3, 4. Sıcak suyu soruyorsun, “Agabey, bi 10 dakka akıt, hemen gelir” diyor. Sorunca, “3 Yıldızı belediye verelim dedi ama, biz almadık” diyor. Niye almadıklarını söylemedi. Dolapta askı yok.

Ama kardeşim, güler yüz var ya güler yüz, o var işte. Gerisinin anasını satayım. Türkiye’de iç göç oranı yüzde 3, İstanbul’da yüzde 4 iken, yüzde 14 iç göç almış olan Şırnak burası! Kendine henüz gelebilmeye çabalayan Şırnak!

Şırnak’ta ticaret hayatı pek var denemez. Gazete saat 11’den sonra geliyor. Ama ilginçlikler alabildiğine. Otelin yanındaki kebapçının bahçesinde açık havada kahvaltı yapıyoruz, masamıza yaydıkları gazete kağıdı üzerine sıraladıkları kahvaltılıklarda zeytin yöreden, ama peynir, yağ ve bal Pınar’dandı! Pamuk lazım oldu, eczanede yoktu. Ama eczanenin yanındaki cep telefoncu, tabelasına koskoca yazmış: “Tek karta 8 hat kopyalanır”. Bilmem Ankara’da yapabiliyorlar mı.

“Şırnak-Siirt Yolunda Çatışma Var!”

Geçtiğimiz bütün kentlerde yollar delik deşik. Güya Türkiye’de petrol (yani, asfalt) bu yörede çıkıyor. Ama Şırnak’tan ayrılana kadar hiç asker veya polis kontrolüne rastlamıyoruz.

Şırnak’tan Siirt yolunu soruyoruz, gösteriyorlar. Ama biraz gidiyoruz, yol bitiyor. Yani, askerî garnizonun içine giriyor. Meğer garnizona giriyormuşsun, orası Siirt yoluna açılıyormuş.

Tam kapının yanında koca bir levha. Mavi zemin üzerine kırmızı Türkiye haritası, üzerinde yazıyor: “Laik ve Demokratik Cumhuriyet Temelinde Tek Bayrak, Tek Devlet, Tek Dil, Tek Millet, Tek Vatan”. Zaten, Şırnak çarşısına girerken de şu yazının altından geçtik: “Ne Mutlu Türküm Diyene”. Bunlar Kürt milliyetçiliğini kuvvetlendirmek için iyi düşünülmüş şeyler.

1984’te PKK’nın yaptığı ilk saldırıdan birinin yöneldiği Eruh’tan (diğeri Şemdinli idi) geçen Cizre-Siirt yolu, eğer “ürpertici” kelimesini kullanmayacak iseniz, en hafif deyimiyle “insanı geriyor”. Tabii, bu gerilmeye, Cizre’de Dr. İsmail beyden duyduğumuz bir haber pek yardımcı olmuyor: “Siirt yolunda çatışma varmış”.

Bütün yol kanyonun içinden gidiyor. Sol tarafınızda ırmak akıyor, iki yan duvar gibi dağ. Her yerden küçük şelaleler. Dağların her yerinde mağara oyukları. Değil yukarıdan ateş edilse, taş yuvarlansa gittiniz.

Yolun başında ilk defa kimlik kaydımız yapılıyor, telsizle ileriye bildiriliyor. Yol yine delik deşik. Her on kilometrede bir, “Bozuk Satıh 10 km ” levhaları.

Eruh’a yaklaşıyoruz.

Paris köyü

Eruh’u geçiyoruz, geçtik geçmedik, yol boyu rastladığımız yakılmış (ama yine de filizler vermeye başlamış) ormanlar yerine birdenbire yemyeşil bir ortama dalıyoruz. Sağlı sollu erguvan ağaçları var. Yol boyu rastladığımız yakılmış yıkılmış evler değil, sağlam ve sevimli köy evleridir gördüğümüz.

O kadar aykırı ki, durmamak mümkün değil. Rastladığımız iki gence soruyoruz, “Burası Paris köyü” diyorlar. Yol üzerindeki kulübenin önünde “Café Paris” yazıyor! Sonradan öğreneceğiz, buranın adı resmen “Üzümlü” köyü ama, eski adı “Pares” imiş; “bostan” demekmiş Kürtçe. Kahvenin tabelasını, afili biçimde, Paris’te sergi açan Kürt ressam Ahmet Güneştekin yazmış. Bir de kapı boyamış

Artık oturuyoruz, birer çay söylüyoruz. Ama tam içerken herkes kalkıyor gidiyor. Meğer ezan okunmuş. Biz de bitirip kalkıyoruz ki, kahveci de gidebilsin. Zaten, maydanoza benzeyen ve anason kokan bir otu rakıya benzettiğimde, “Ben bilmem rakı nasıl kokar!” demişti…

 Siirt’in Girişinde Özel Tim

Yine çöplükler başladı. Bu yörede bir kente yaklaştığınızın en sağlam göstergesi, çöp yığınları. Şimdi burada bir de, sağ tarafta içinde naylon ve her türlü pislik bulunan siyah bir dere akıyor. Resmen kapkara. Ne olduğu kokusundan belli: lağım.  Demek ki Siirt’e yaklaşıyoruz.

Bir ırmak köprüsünden geçerken jandarma durduruyor. Kimlik kaydı. Ama çok kibarca. Yoldaki yol kaymasının aslında mayın patlaması olduğunu söylüyor.

Siirt’e girerken bu sefer özel tim kontrolü. Sivil giyimli. Düzgün. Fakat kimlikler bir türlü geri gelmek bilmiyor. Biz beklerken de durmadan arabalar geçip gidiyor ve durduran yok. Bir tek biz mi şüpheliyiz? Binaya giriyoruz, neden herkes geçerken bu kadar bekletildiğimizi soruyoruz. Cevap: “Size hesap vermek mecburiyetinde değilim!”.

Sabih bey bırakmıyor: “Hesap vermek zorundasınız, çünkü sizin maaşınız benim vergilerimle ödeniyor”. Masadaki sivil giyimli yazmayı durduruyor. Gözlerini kaldırıyor. Bakıyor. Eskiden olsa, der gibi. Ama şöyle diyor: “Biz onları tanıyoruz”. Ve arkasından: “Bir de ehliyet ve ruhsatı görelim”. Neyse ki muayeneler ve sigorta tamam çıkıyor. Siirt’e giriyoruz.

Siirt’te avukat M.Ali Özel’in ikram ettiği büryan kebabını yedikten hemen sonra yola çıkıyoruz. Ben ertesi günkü konferansımı hazırlamalıyım; nazik iş.

Konferans günü

“Güncel olayları” anlatacağız. Benim gördüğüm esas güncel olay, Kürtleri de ilgilendiren olay, Türkiye’de  ulus-devletin ve toplumun geçirmekte olduğu muazzam değişiklik.

Ama bunu anlatmak için Batı Avrupa’da ve azgelişmiş ülkelerde devlet-millet sürecinin nasıl ters olarak geliştiğini, Batı’da nasıl önce milletin sonra ulus-devlet’in doğduğunu, azgelişmiş ülkelerde ise nasıl önce ulus-devlet’in kurulduğunu ve millet’i inşa etmeye başladığını aktarmak lazım. Ki, bu inşaat sırasında hangi iş kazalarının vuku bulduğunu anlatabilesin.

Bunu yapıyorum, sonra diyorum ki, “Buraya kadar anlattıklarım tarih. Ama, esas konunun temeli. Daha ileriye gitmeden, buraya kadar anlattıklarım arasından anlaşılmayan, sormak istediğiniz bir şey var mı?

Bu soruyu üniversitede talebeye sorsan, epey bir süre sessizlik olur. Burada olmuyor. Kaç tane olduğunu hatırlamayacağım kadar çok el kalkıyor ve sorular patlıyor. Hepsi de çok anlamlı ve kıvamlı sorular. Daha önce yöreye geldiklerimde bana sorulan ve sıkıştırmak amacı güden sorular değil. Muazzam merak eden ve daha ayrıntılı öğrenmek isteyen sorular.

Bir tanesi hariç. Sol taraftan, bıçakla kessen kesilecek kıvamda bir aksanla, bir müdahale geliyor: “Hocam, orada ne olmuş, burada nasıl olmuş. Sen tarihi bırak da bugünkü meselelere gel!”. Allahtan, kendisinden önce bin tane soru soruldu ya, “Bunlar gereksiz olsaydı bu kadar soru gelmezdi. Ama ben de bugüne vardım, sen hiç merakta kalma!” diyerek tatlıya bağlıyoruz.

Sonradan anlatacaklar, o kişi çok ilginç ve tatlı bir “melâ” imiş. Yani, hoca. Nitekim, biraz sonra ilginç bir soru gelecek, Türkiye Kürtlerinin şu anda kafalarını en fazla meşgul eden K.Irak meselesi sorulacak, denecek ki: “Amerika’nın Irak’a asker göndermesi emperyalizm midir?”. Benden cevap: “Allah için, emperyalizmin daniskasıdır!”. Bunun üzerine bizim mela yine müdahale edecek: “Allah için deme! Allah için deme!”. Bunun üzerine ben diyeceğim: “Tamam yahu! O zaman sanayi çarşısı ağzıyla söyleyeyim: Bal gibi emperyalizmdir!”. Ve herkes gülecek.

Anlıyorsunuz. 200.000’lik devletlerin gırla gittiği dünyada, 35 milyonluk Kürtler dünyada ilk defa bir devlet kurma olanağı yakaladılar. Bunun sebebi de, ABD’nin Irak’ı işgali. Bu durumda, sol gelenekten gelmelerine rağmen, “iyi” bir şey doğuran bir şeyin “kötü” bir şey olduğunu kabul etmeye gönülleri razı olmuyor.

Benim meseleyi çözme önerim şu oldu: “Burada iki ayrı olay olduğunu görmek zorundasınız: Bir: Kürtler Saddam’ın zulmünden kurtuldular ve devlet kuruyorlar. İki: ABD, petrol ülkesi Irak’a demokrasi getirme kılıfı altında emperyalist saldırı yapıyor. İkisi de doğru”.

Sonra, devam ettim: “Yalnız, bir doğru daha varsa, o da şudur: Artık bu devirde işleri silahla-sertlikle halletmek isteyen kendini bitirmiştir. Devlet olsun, örgüt olsun, kişi olsun. Amerika onun içindir ki Irak’ta yeniliyor. Devir, artık şunun devridir: Devlet, vatandaşının alt-kimliğini tanıyacaktır. Yani, bu memlekette hiç kimse Kürt veya Çerkez olduğunu söylerken hiçbir tedirginlik duymayacaktır ve bir yere seçilirken o alt-kimliğiyle seçilecektir. Buna karşılık vatandaş, devletin kendisine biçtiği kimliği yani üst-kimliği tanıyacaktır. Tanımazsa, bunun adı ayrılmadır ve konferansımızın konusu dışındadır. Tabii, üst-kimlik derken, vatandaşın alt-kimliğini dışlamayan, kan’la ilişkisi olmayan, yalnızca üzerinde ortak yaşadığımız toprakla ilişkisi olan bir üst-kimlikten bahsediyorum. Bu sebepten, üst-kimliğimiz Türklük değil, Türkiyelilik olacaktır. Benim alt-kimliğim Türk, üst-kimliğim Türkiyeli. Sizin alt-kimliğiniz Kürt, üst-kimliğiniz Türkiyeli”.

Batman var, Batman var…

Konferansla kafanızı şişirmek istemem. Önemli olan şu: Köşeyazısında dediğim gibi, bugün konferansta Kürt sorununu tartışan Batman, daha düne kadar Derin Devlet’in himayesindeki Hizbullah’ın çarşı içinde ensesinden tek kurşunla adam öldürdüğü ve sonra yürüyüp gittiği Batman’dı. Sabih bey anlatıyor:

Yazıhanedeyim, adamın biri geldi. Allah’ın malını almaya geldim, dedi. Zekat mı istiyorsun, dedim. Hayır, zekat ayrı, şu kadar vereceksin dedi. Kovdum. O akşam eve telefonlar başladı. Açılıyor, kapatılıyor. Sonra tekrar çalıyor, Selamünaleyküm diye başlıyor, tehditlerle sürüyor; o zamandan beri böyle selam verilmesinden hiç hoşlanmam. Kapıyorum, tekrar çalıyor. Kapatma, diyor. Bir akşamüstü teyzemin oğlu geldi yazıhaneye, geçerken uğradım hadi beraber çıkalım, dedi. Sonra her akşamüstü gelmeye başladı. Benim eve sağ salim gittiğimi görmek istiyor. Ben yaşıyorum, onu vurdular…

Bu Batman öyle bir Batman ki, TPAO konukevindeki odamızda giyinirken cep telefonuma İngilizce olarak bir mesaj geldi, “786” diye bir numaradan gönderilmiş gözüküyor ve aynen şöyle: “La İlahah ill Allah-u Muhammad-ur rasool Allah. Send this to any 9, u will get a good newz”. Artık ülkemizde İngilizce bilmeyen kalmadığı için çevirmiyorum, zaten belli.

İşte bu mesajı Batmanlı dostlarımıza gülerek anlattığımda yüzleri bir an maske gibi oldu.

Allahtan, ertesi gün yine İngilizce şu mesaj geldi de, rahatladılar. Bunu çevirerek veriyorum: “Dostlar iç çamaşırı gibidir (hep yanınızdadırlar). İyi dostlar prezervatif gibidir (daima sizi korurlar). En iyi dostlar VİAGRA gibidir (düştüğünüz zaman sizi kaldırırlarlift u up when u are down).

Ben de merak ettim bunları hangi orijinalin gönderdiğini ama, Batmanlı dostların birincisini duyunca aldıkları tavır çok şey anlattı. Batman felaketi atlatmış, ama anıları henüz atlatamamış.

Şu anda hâlâ değil bir meyhanesi, tek bir sineması bile olmayan Batmanlı artık o günlere dönmek istemiyor.

Devlet de dönmek istemiyorsa, artık ona göre hareket etsin. PKK’yı askerî olarak yenmekle, Diyarbakırspor’u destekleyip Van’da poşulu bale oynatmakla Kürt sorunu çözülmez. Çözülmeden de Türkiye’de hiçbir şey yapılamaz. Hiç-bir-şey.

Uzun lafımın kısası budur.

 

Önceki Yazı
Sonraki Yazı