Gözü olan herkes işin buraya varacağını yıllardır görüyor, “Büyü Bozuluyor” diye ilan ediyordu. Ör. Abdulkadir Selvi daha 23.03.2015’te Y. Şafak’ta yazmıştı. Şimdi baktım, benim de bu “kehanet”te bulunan yazılarım arasında bu terimi başlıkta bile kullanmış olanlar 25.11.2016’da, 03.02.2017’de ve 05.04.2018’de çıkmış.
Bunları geçelim, çünkü HDP’nin fevkalade akılcı ve akıllı seçim stratejisinin ilanından (ve sonunda, Kürtlersiz demokrasi olamayacağının CHP tarafından bile öğrenilmesinden) sonra işin nereye varacağını anlamak için deha olmak gerekmezdi.
Onun için şimdi yapmamız gereken, CB Erdoğan’ın bundan sonra ne yapabileceğini konuşmak. Yani, ders alıp oda sıcaklığına mı gelecek, yoksa daha bile mi sertleşecek.
Elimizde tarihî bir örnek var: Demokrat Parti (DP) de 1957’de çok benzer bir durumla karşılaşmıştı.
***
DP, Mayıs 1950 seçimlerinde oyların %52,7’sini aldı ve 539 sandalyenin 405’iyle iktidara geldi.
İlk dönemde, ülkede genel olarak bir özgürlük rüzgârı esti. Gayrimüslimler ilk defa soluk aldılar. Kürtlere jandarma baskısı ve dayağı önemli boyutlarda azaldı. O zamana kadar kendilerinin Kemalist rejim tarafından adam yerine konmadığı duygusu taşıyan kitleler büyük destek verdi. Biraz uluslararası gelişmeler, ama önemli ölçüde bu atmosfer sayesinde, 1950-60 arasında Türkiye ekonomisi ortalama %7,8 büyüdü. Nüfusun en az %70’inin kırsal olduğu bir dönemde “köylünün cebi ilk defa para gördü”.
Bu ortamda DP, ikinci seçimde (1954) oylarını %57,6’ya çıkardı ve çoğunluk sistemi sayesinde 541 sandalyeden 502’sini kaptı.
***
Bu noktadan sonra DP artık kimseyi dinlemeye ihtiyacı olmadığına karar vermiş olacak ki, “odunu aday göstersem seçtiririm” türünden şeyler duymaya başladık. Yeni kabineye gıkını çıkarmayacak “sadık” insanlar getirildi. Zaten ilk dört yıl içinde metal yorgunluğuna kapılan 5 tane İçişleri, 5 tane İşletmeler, 5 tane Çalışma, 4 tane Ulaştırma, 4 tane de Gümrük ve Tekel bakanı değiştirilmişti.
Ama durumlar da değişmeye başlamıştı. Özellikle kayırmacı, savurgan, plansız-programsız büyüme (“Bize plan değil pilav lazım” zihniyeti) sonucu ekonomi daralmaya, dış borç ödenemez hale gelmeye, döviz darlığı ve pahalılık zirve yapmaya, karaborsa başını alıp gitmeye başladı. Çok iyi hatırlıyorum, bisiklet lastiği bulunamadığı için İzmir Gündoğdu’daki Yusuf Usta hurda lastikleri keser, kırnabı balmumundan geçirir, çuvaldızla dikerek yama yapardı dış lastiğe.
***
1950 ve 54 seçim zaferlerinin getirdiği hubris (kibir) sonucu kapıldığı iktidar sarhoşluğu süren DP, bu durumda parti içinde ve Meclis’te eleştiriler başlayınca sertleşti:
Halkımızı her zaman en kolay tahrik eden “fütuhat” oltasını atıp Kıbrıs meselesine daldı (ve bunun sonucu da, 6-7 Eylül 1955 pogromu oldu). O. Bölükbaşı’yı tekrar seçtiği için, Kırşehir’i ilçeye dönüştürdü. İ. İnönü’nün seçim bölgesi Malatya’yı ikiye bölerek Adıyaman’ı yarattı. 6-7 Eylül’den sonra TCK’ye “ispat hakkı” konmasını isteyenleri partiden ihraç etti. 1954-58 arasında, İ. İnönü’nün damadı Metin Toker ve 83 yaşındaki H. C. Yalçın dahil 238 gazeteciyi hapse attırdı. “Görülen lüzum üzerine” deyip yüksek memurları, yargıçları, üniversite dekanlarını görevden aldı.
Ülkenin kontrolü elden çıkmaya başlayınca seçimler öne alınarak 1957’de yapıldı. DP oyları %48’e düştü ve sandalye sayısı 79 azalarak 424’e indi. Muhalefet % 52 oy oranıyla 178 sandalyeye yükseldi.
***
1957 seçiminden DP’nin ders alması beklenebilirdi.
Ama olmadı. Bir yandan İstanbul’da “büyük imar çalışmaları”na dalıp bütçeyi daha da zorlarken, Ağustos 58’de çok ağır bir devalüasyon yaptı. Dolar 2.80 TL’den 9.00 TL’ye çıktı. Ama ekonomi düzelmedi. ABD yeni kredi vermeyince Soğuk Savaş’ı kullanmaya kalktı. O sırada SSCB etkisindeki Suriye sınırına asker yığdı ve bu “1957 Suriye Bunalımı” sayesinde dikkatini çekmeyi denedi ABD’nin. Ama SSCB o sırada Sputnik’i atmıştı yani ABD’yi uzay yarışında geçmişti; ABD’nin böyle blöflerle uğraşacak hali yoktu.
Bu durumda DP daha da sertleşti (“durmayalım, düşeriz”). Ekim 58’de, tekelindeki devlet radyosundan, içlerine ölmüş vatandaşların dahil olduğu “Vatan Cephesi” listelerini saatler boyu okutmaya başladı. Millet ortasından ikiye bölündü. O zamanki çok öğretici tabirle, “kahvehaneler ayrıldı”.
Bu arada, İ. İnönü sert bir muhalefet yürütmeye başlamıştı. Muhalefet, DP’nin gadrine uğramamak için, G. Kore diktatörü S. Rhee’ye yükleniyordu (“sübliminal” mesaj!!!). O ülkede askerî darbe olunca İ. İnönü, “Türk ordusu Kore ordusundan daha az şerefli değildir” dedi. DP derhal; tümü kendi milletvekillerinden oluşan, tutuklama yetkisine sahip, kararlarına itiraz mercii bulunmayan bir “Meclis Tahkikat Komisyonu” kurdu.
1957’de başlayan felaket, bu noktadan sonra kıyamet’e dönüştü.
***
AKP, 2002 sonunda iktidara geldi. İlk döneminde, Türkiye tarihindeki en önemli demokratik reformlar olan AB Uyum Paketleri’ni (2001-2004) sürdürdü. Ardı ardına seçimler kazandı. Kazandıkça kendine güveni arttı, kazandıkça arttı. Şimdi, yerel seçimlerle fena sarsılmış vaziyette.
Görebildiğim kadarıyla, şu anda 1957 yılındayız. Post-1957 DP’yi tekrar yaşayacak mıyız diyeceğim ama, durum zaten şöyle:
Hazine tamtakır ve borç içindeyken: Kentsel dönüşüm. Ücreti oradan geçmeyen vatandaş tarafından ödenen özel teşebbüs köprüleri. Kanal İstanbul. Gazeteci ve aydın tutuklamaları. Aynı insanı hem FETÖ hem PKK teröristi diye inanılmaz suçlamalar. Üniversitede atmadık hoca bırakmamalar. Suriye fütuhatı. Patates-soğan ithalatı. (Pardon; DP döneminde patates-soğan sıkıntısı yoktu).
Ve böyle bir ortamda Tek Adam Rejimi, Ankara ve İstanbul’da tecelli eden “milli irade”yi kabule yanaşmıyor. Bu durum CB Erdoğan’ın seçim öncesindeki, “Yerlerine kayyım tayin ederiz” ve “Nasıl idare edeceklermiş, görelim bakalım” demeçleriyle birleşince de, post-2019 AKP dönemi pek hayırlı gözükmüyor.