Kıbrıs’taki referandumlara giderken, önümüze iç ferahlatıcı bir tablo açılmıştı:
1950’lerden beri Türkiye’ye bela üstüne bela (6-7 Eylül 1955 rezaleti, 1964 Kararnamesi ayıbı, 1974 sonrası ambargolar, tüm dünyayla didişme, Ermeni diasporası-PKK-Yunanistan işbirliği, vb.) ve sadece bela taşıyan Kıbrıs sorunu ulaşılabilecek en uygun çözüme nihayet kavuşuyordu.
Arkasından, Ege’deki kör inatlaşma çözülecekti. Arkasından, baş ayak bağlarımızdan Ermeni Tasarıları sorununu idare edilebilir hale getirecek bir girişim yapılacak ve Ermenistan’a bir kapı açılarak ilişkiler normalleştirilecekti.
Bütün bu süreç sonucu Türkiye bir yandan bu prangalardan kurtulurken, bir yandan da AB’ye yanaşarak ABD’nin Orta Doğu’daki ürkütücü kuvvet tekelini dengeleme olanağı bulacaktı. Yani, bir Stratejik OBD (orta boy devlet) için en avantajlı pozisyona ulaşacaktı.
* * *
Hiç kuşku yok, Denktaş’a rağmen, Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye’nin şu andaki durumu, öncesine oranla karşılaştırma kabul etmeyecek kadar iyi. Rumlar ise şimdi akılsız başlarının derdine düşecekler çünkü hem AB-ABD-BM (ve hatta Yunanistan) öfkeli, hem de çözüm olsaydı mallarına kavuşacak olan Rumlar şimdi Lefkoşe’nin başının etini yiyecek. Ama ne çare, bize de büyük zarar verdiler. Tam çözüm olsaydı ortaya çıkacak “Kazan-Kazan” yerine, yavaş yavaş tatsızlaşmaya başlayan bir ortam oluşuyor:
1) İç Politika: AKP, aynen korktuğum gibi, “cemaat” fikrine dayanan bir kuruluşun kaçınılmaz hatasını yaptı: Bir yandan, kadınlara pozitif ayrımcılık gibi kendisine bedavadan prim yaptıracak ve getirilen anayasa değişikliklerini vitrine çıkartacak bir fırsatı kaçırdı; diğer yandan da YÖK yasası yüzünden karşısındaki zayıf cepheyi birleştirmeyi başararak iç politikada başını belaya soktu.
Türkiye’ninkini de. Yani, şu AKP, hata yapmak için, AB’nin müzakere tarihi vererek Türkiye’deki reformcuların önünü açacağı Aralık ayına kadar sabredemedi…
Üstelik, şimdi uluslararası ekonomik durumun (petrolün yükselmesi, ABD’nin faiz artırma sinyalleri vermesi vb.) tahrik ettiği mali sorunlar ortamında bir de bu iç hatalar yüzünden dolar kabarıyor, enflasyon yükseliyor, piyasada karamsarlık artıyor, AKP’nin bir diğer avantajı buharlaşıyor…
2) Dış Politika: Avrupa’nın ne yaptığı belli değil. Fransa durmadan boş boş konuşuyor. Yeni katılmaların kroke (groggy) ettiği AB, Yeşil Hat’la ilgili tüzüğü 28 Nisan’da Güney’in istediği gibi çıkardı. Avrupa Konseyi 29 Nisan’da KKTC milletvekillerini elinin tersiyle itti. (Bu oylamada Azeri kardeşlerimiz gözükmedi bile. “Ermenistan’a kapı açıp da kardeşimiz Azerileri kıramayız” diyegelen muhteremlere aile terbiyemin izin verdiği-vermediği tüm selamları bu vesileyle yollarım, efendim).
3) Uluslararası Politika: Beni asıl endişelendiren burası. Çünkü AB’nin aksine ABD zehir gibi gidiyor. “Kuzeyi tanımak seçeneği”nden dem vuruyor. Kuzey’de “ticari” temsilcilik açmaya ve ambargoyu fiilen kırmaya hazırlanıyor. Powell, Papadopulos’un “gayet düşmanca ifadeler” diye paniklemesine yol açacak biçimde, Talat’a “Bay Başbakan” ve Güney’e de “Kıbrıs Rum Hükümeti” diyor.
AB böyleyken ABD’nin böyle olması ürkütücü. Bunun faturasının gelmemesi mümkün değil: En başta, Afganistan ve hatta Irak için “çoktaraflı barış gücü”ne asker! Ondan sonra ayıkla bakalım pirincin taşını, uğraş bakalım kaçırılacak ve TV’lere “Müslümanlığa ihanet etti” diye videoları gönderilecek Türk askerleri ne olacak diye…
Nasreddin Hoca’nın karısıyla hikayesi. AB ve Avrupa dışarıdan, AKP içeriden. Bunca emekle varılan bunca iyilik, bu ABD-egemen dengesizlik ortamında Türkiye’yi eski sıkıntılara doğru götürebilir. Karamsar olmak istemiyorum ama, fikren hazırlıklı olmakta yarar var. Özellikle, asker gönderme olası taleplerine karşı.