Harvard’ın 1636’da kurulduğu Cambridge’e (adını İngiltere’deki üniversite kentinden alıyor) yirmi dakika mesafede, ırmağın hemen ötesinde kurulmuş Boston’un en yüksek binasının terasındayız. 52. kat. “Dünya Merkezinin Tepesi” diye çevrilebilecek Top of the Hub lokantası. New York’a ekonomi politik doktorası yapmaya gelen kürsümüz asistanı Nazan ve eşi Utku 5,5 saatlik yoldan bizi ziyarete geldi, dayısı Necati beyin davetlisiyiz. Manzaraya bakmaktan yemek yemek zor ama, Allahtan hasret giderme var. 1980’de darbe olunca kendini buraya atmış olan
Necati bey anlatıyor: “İlk geldiğimiz zamanlar, hani şimdi cepten çıkartıp arayıverdiğimiz telefon işi var ya, çok zordu. Evden Operator’ı ararız, “I wanna call Turkey” (Türkiye’yi aramak istiyorum) deriz, çat kapatırlar bizimle dalga geçme diye. Hindi sanıyor; Türkiye’nin adını duymamış. Neyse, sonra öğrendik de, “I wanna call overseas, a country called Turkiye” (Türkiye adlı denizaşırı ülkeyi aramak istiyorum) demeye başladık. O zaman da santraldeki soruyor: “What??”. Tekrarlıyoruz: “Turkey! Turkey!”
Telefon şirketine çalışan amele
Şimdi başarılı bir işadamı olan Necati bey o zor günleri anlatırken heyecanlanıyor, sonra gülerek devam ediyor: “Rhode Island eyaletindeyiz, yurtdışı telefon merkezi Atlanta’yı arıyorsun; santral oradan İstanbul’u, oradan Van’ı, oradan Erciş’i bağlıyor, oradan da fişli telefonla bizim evi! Her konuşma iki yevmiyemizi yiyor. Bir gün bir hemşeriye rastladım, ‘Telefon şirketinde çalışıyom’ dedi. ‘Aman iyi, sakın çıkma, ücreti çok iyi diye duydum!’ dedim, herkes güldü. Adam izah etti: ‘Ameleyim. İşimden yattığım odaya, odadan işe. Akşamları telefon bana bakıyo, ben telefona. Anasını satayım diyom, dayanamayıp arıyom memleketi, telefon şirketine çalışıyom!’”
Gurbet Türkiyeli Kürtleri o zaman başka sarsıyordu, şimdi başka. “New England Kurd Association” toplantısındaki konuşmamdan sonra sorulara geçtik, bütün sorular kocaman bir kuşkudan ibaret: “Cunta anayasasıyla reform olur mu?”, “Ergenekon’da Ağar ve Çiller niye yok?”, “AKP samimi mi?”, “Türk aydınları niye beklediğimiz düzeyde yardım etmiyorlar?”, “Hep böyle iki adım ileri bir adım geri mi gideceğiz?, “Amaç PKK’yi DTP üzerinden tasfiye olmasın?”
Ve özellikle: “Devlet istediklerimizin ne kadarını verecek; biz istediklerimizi alabilecek güce sahip miyiz?”
Benimle birlikte, DTP’nin Brüksel’den sonra ABD başkentinde açtığı ikinci yurtdışı büronun temsilcisi Nazmi Gür de davetli. Onun konuşurken söylediği bir cümle, yani “Buradaki arkadaşlar Amerika’daki haklarından yeterince yararlanmıyorlar henüz” cümlesi birdenbire kafamda şimşeği çaktırdı: Sahi yahu, Amerika’dayız! Best Western Hotel’deyiz! Dedeman Oteli’nde değil! Ama inanın ki, pencereleri olmayan bu salonda ben Amerika’da olduğumuzu tamamen unuttum…
Bilmem ne demek istediğim iyi anlaşılıyor mu. Aynen Berlin’in Kreuzberg’inde olduğu gibi Boston’da da zaman donmuş. İki gün önce Harvard’daki Türkiyeli öğrencilerle sohbet toplantımız vardı. Orada da aynı şey oldu, akşam da İstanbullu Ermenilerin şakır şakır Türkçe terennüm ettikleri yemekte aynı şey: Dünyadaki muazzam değişiklikler, buradaki Türkiyelilere ulaşmamış. Hep aynı devasâ kuşkular ve endişeler: Ya yine kazık yersek? Ya bu işler birdenbire durursa?
Kuşaklar boyu kazık yemiş insanlar yoğurdu üflüyor. Ama yurtdışındakilere haksızlık yapmayalım: Yurtiçindekiler farklı mı? Türkiye’nin değiştiğinin; arınmaya, eşitliğe ve kardeşliğe mecburen gittiğinin farkında olan kaç kişi var?
Kürtler “ulusal ekonomik pazar”larını kurarsa?
Ya bu arınma sürecine girmenin derindeki yapısal sebeplerinin kaç kişi farkında? Bir soru üzerine Kürtlerin asimile edilmesinin artık mümkün olmadığını anlatıyorum, diyorum ki: “Kronolojik bir kural var. Ulusal Ekonomik Pazar önce kurulursa farklı Grup (Kürt) Bilinci’nin şansı zayıftır, asimile olabilir. Ama Grup Bilinci önce oluşur da Ulusal Ekonomik Pazar sonra kurulursa, asimilasyonun hiç şansı yoktur. Ekonomik Pazar 80’den sonra başladı, Kürt Bilinci ise 60’larda”. Bir soru geliyor: “Kürtler kendi ulusal ekonomik pazarlarını kurarlarsa şimdi?
Anlatıyorum: “Olmaz öyle şey. İki sebepten olmaz. Küçük sebep: Ulusal ekonomik pazar turşu değildir; kurulması uzun süreç ister. Büyük sebep: Türkler bile artık ulusal ekonomik pazar kuramaz. Çünkü uluslararası kapitalizm uluslararası pazarını kurdu; adına küreselleşme diyoruz. Bu sebepten söylüyorum ki ‘Devlet istediklerimizin ne kadarını verecek, biz alacak güce sahip miyiz?’ biçiminde kendine güç’e endekslenmiş haklar isteyen milliyetçi çizgi de, o hakları inkar eden devlet de tarihe gömülüyor”.
Bir nefes alıp devam ediyorum: “Umarım kızmazsınız. Ben Kürtlere haklar tanınmasına karşıyım”. Yüzler şaşırıyor, sonra kararıyor. Devam ediyorum: “Umarım kızmadınız bana. Paradigma A’dan Ze’ye değişti. Sorulması gereken soru artık ne haklar verileceği değil, her türlü yasağın ne zaman kalkacağı sorusu. Çünkü özel haklar Kürtleri çoğunluğa hedef göstermekle kalır. Üstelik, Kürtlerin ve diğerlerinin sorunu hak alamamak değil; en doğal olan hakların kullanılmasını engelleyen yasakların mevcudiyeti. ‘Seçim propagandasında Kürtçe kullanılabilir’ diye hak olmaz. ‘Seçimlerde Türkçeden başka dil kullanılmaz’ diyen yasaklama maddesini kaldırırsın, sadece Kürtler değil herkes istediği dili kullanır. İşte bundandır ki, ulusunun tek bir etnik-dinsel gruptan (Müslüman Türk) ibaret olduğunu iddia eden ulus-devlet de tükendi bitti artık”.
Sonuna geliyorum: “Onunla birlikte, sebep olduğu silahlı mücadele de tükendi. Bir bakın etrafınıza: ABD, Rusya, Ermenistan, İran, Irak, Suriye, bütün bunların PKK’ya yardımı kaldı mı? Para işgalle değil uluslararası ticaretle kazanılıyor artık. Onun içindir ki Bush dönemi bitti, Obama dönemi başladı”.
Dini günler önemlidir
Gece eve geldik, bilgisayardan gazeteleri açtım, muhalefet 10 Kasım’da TBMM’de görüşme yapılmasını yasaklamak istemiş, posterler açmış, hadise çıkartmış. Çok normal. Burada da Noel, Şehitleri Anma Günü, Şükran Günü gibi mukaddes günlerde (Holy Day) içki satışı yapılmıyor.